16 Mayıs 2019 Perşembe

Karıncanın yürüyüşü

Canım babam,
Gözyaşlarımıza yağmur damlalarının karıştığı bir gün düştük yollara. Yanına varmaya. Yattığın o uğultusu ve yeşili bol tepede rüzgarlar, kulağımdan ruhuma Allah'ın nefesini dolduruyor ve ben o Tanrısal nefesten payıma düşeni kendi sayılı olan nefeslerimle yoğurup kabrine dualarla üflüyordum sanki. O sırada, henüz çökmemiş toprağının üstündeki bir karınca, yükünü sırtlamış, azmettiği yere doğru kan ter içinde ilerliyordu. Ben ağlıyordum. O yürüyordu. Yukarılarda çan sesleriyle koyunlar yürüyordu. Çoban yürüyordu. Bulutlar yürüyordu. Hayat, yer üstündekileri hep bir yürüyüşe itiyordu. Seninle baş başa kaldığımız o an geçip de arkamı döndüğümde baktım ki kızım arkamdan geliyordu. Sonra babaannem. Evlat acısını hem gençken, hem ömrünün son demlerinde yaşamaya yazgılı kılınmış babaannem, babamın ondan son anına kadar hastalığını sakladığı babaannem de yürüyordu. 

Yer üstündeki hayat, bizi geri döndürülemez devinimine -kimi zaman bir karınca vesilesiyle- ustaca sokuyor ama aynı zamanda yer altını ölümlerle hatırlatıyordu: "Ne yapacaksan şimdi yap!" Tıpkı bir karınca gibi yükünü namusluca yüklenip yolunda giderek. 

14 Mayıs 2019 Salı

İnsanın Esareti

Geçenlerde radyo dinlerken reklamlarda bir roman tanıtımına rastladım. Radyonun reklam kuşağında kitap tanıtımının işi ne, demeye kalmadan şu sözleri de işitince artık çok da sorgulamama gerek kalmadığını anladım: "Hepimizin kendinden bir şeyler bulabileceği bir roman..." Bu cümle tıpkı bir pantolonun şöyle tarif edilmesi gibi: "Bacaklarınıza geçirebileceğiniz bu pantolon..." 

Romanda kendimden bir şeyler bulmayacaktım da ya ne olacağdı? Dostoyevski'nin katilleri, kumarbazları, günahkarları, ermişlerinden bir parça hiçbirimizde yok mu? Orhan Veli, "Bütün güzel kadınlar zannettiler ki / Aşk üstüne yazdığım her şiir / Kendileri için yazılmıştır. / Bense daima üzüntüsünü çektim / Onları iş olsun diye yazdığımı / Bilmenin." derken dahi aslında insanların onun şiirlerini kaçınılmaz biçimde üzerlerine alındığı gerçeğine işaret etmiyor mu? 

Her neyse... Bugün beni etkileyen bir romandan bahsetmeden geçemeyeceğim. Somerset Maugham'ın otobiyografik olduğu söylenen "İnsanın Esareti" adlı yapıtı. Kitabın karakteri Philip Carey doğuştan bir ayağı sakat, öksüz ve yetim bir çocuktur. Gönderildiği yatılı okulda sakatlığı nedeniyle arkadaşları tarafından alay edilmesi ve dışlanması, onun erken olgunlaşmasına ve ömür boyu bu hassasiyeti bir pranga gibi taşımasına sebep olur. Yüksek öğreniminde birkaç kez branş değiştirir, fırtınalı bir aşk hayatı olur. Dibi de görür, saygı ve takdiri de. 792 sayfa boyunca yazar bizi daldırıp çıkarır Philip'in ruhunun derinliklerine. (Sayfa sayısı korkutmasın; roman su gibi akıp gidiyor.) Philip'in edebiyat ve sanat ortamlarında yaşadığı hararetli tartışmalar da okura o yılların sanatsal ve hatta politik havasını koklatıyor. Şu satırlara bir göz gezdirin, ta o zamandan şimdiki Avrupa Birliği'nin ağababası ülkeleriyle dalgasını geçmiş yazar:



Okurken esaret kavramı üstüne de çok düşündüm. Başta Philip'in topallığı mı onun esareti diye sorarken sonra, hayır, onun bunun üzerinde çok durması, bundan utanmasıdır onun esareti diyerek kendimi düzelttim. Sayfalar ilerledikçe, Philip'ten aşık olması beklenmeyecek kadar aksi ve cahil bir gösteriş budalası kadına vurulması onun asıl esaretidir dedim. Sonra yalnızlığıdır diye yorumladım. Dünya turunu planlarken başka bir kadına tutulup serüvenlerle dolu geçecek bir ömrü düzenli aile hayatına değişmesi midir acaba asıl esaret derken romanın sonuna geldim ve kendime dönüp şu sonuca vardım: Özgürüz demek pek de doğru değil galiba. Özgürlük, onu bayraklaştıran şiirlerde güzel. Felsefi tartışmalarda tadından yenmez özgürlük. Özgürlük türküleri, şarkıları, marşları iyi nefes açar. Ama hakikatte özgürlük? 

Hepimiz doğduğumuz ülkenin, çevresel şartlanmışlıklarımızın, kalıplaşmış düşüncelerimizin, günlük tasalarımızın, önyargılarımızın, önkabullerimizin, takıntılarımızın mahkumuyuz. Ömrümüz zincir üzerine zincir kuşanmakla geçiyor ve... tüm bunlardan ne zaman kurtuluyoruz? Ölüm, kara kemendini boynumuza dolayıp bizi kendine çektiği an. Ölümün de mahkumuyuz.

Hani şu "hepimizin kendinden bir şeyler bulacağı" zırvasıyla kitabını pazarlayan gafil vardı ya, işte o ne kadar özgürse ben de o kadar özgürüm. Philip Carey topallığını takıntı haline nasıl getirdiyse ben de başka rahatsızlıklarımı takıntı haline getirmişim. Elimden gelen tek şey ise, esiri olduğum duygular, düşünceler, hayaller ve hayal kırıklıklarıyla dolu bir hayatta "özgür" olduğumu varsaydığım kaçış "an"larıyla güç toplamak. Mesela şarkılar, ruhsal vitamin depolarımı doldurmaya bire bir benim için. İnsanın Esareti'ni okurken Grup Gündoğarken'in "Hayallerimi Bırak" şarkısındaki "Bir roman kahramanı kadar güçlü değilim / Biraz daha durursan ağlayıp yalvarabilirim" sözleri yanıp söndü zihnimde. Philip Carey zaaflarına ve esaretine rağmen güçlü kalmayı başardı. Ben bunu başarabiliyor muyum?... Sahi ne diyordu şarkının devamında Grup Gündoğarken: "Arkanı dön ve sakın sakın bakma geriye / Acı çektirmeyi sevmezsin bilirim". Arkama dönüp bakmazsam başarabilirim. Esaretimin yükünü hafifletebilirim.