11 Kasım 2019 Pazartesi

"Derin Sıçrayış Hipnoz" üzerine notlar

Hipnoz ile tanışmam bir dert vesilesiyle oldu. Yıllardır boğazıma paslı bir zincir gibi dolanan bir ses rahatsızlığım var. Bunun sebebinin psikolojik kökenli olduğu anlaşıldıktan sonra gitmediğim terapist, kullanmadığım antidepresan kalmamıştı. Bir akşam rahmetli babam elime bir kağıt tutuşturdu. İzlediği bir televizyon programındaki bir hipnoterapistin adını not almıştı ve böylece bana yeni bir kapı aralamış oldu. Kağıtta yazan isim Mehmet Başkak'tı. Ancak onun İstanbul'da olduğunu öğrenince içimi bir sıkıntı bürüdü. "Yine mi düşeceğiz yollara yollara!..." diye içimden geçirdim. Geçirdiysem de, hastalığıma bir umar bulma umuduyla yine düştük yollara yollara, aştık dağları dağları...

Mehmet hocayla tanıştıktan sonra hayatım değişti desem acaba abartmış olur muyum? Sanırım olmam. Bence onunla yolu kesişen pek çok insanın "hayatımdan Mehmet Başkak geçti" diyebileceği, kendine has bir rüzgar estiren bir insandan bahsediyorum. Psikoloji ve hipnoz bilgisinin yanı sıra felsefeden şiire, tasavvuftan savunma sanatlarına kadar sayısız konuda kendisiyle sohbet edebilir, ondan kıymetli bilgiler edinebilirsiniz. Ama bu engin birikimi, onu birtakım zeytinyağı entelektüelleri gibi konuşmada üste çıkma, dinleyene üstünlük taslama telaşına sevk etmez. Köylüyle köylüdür, kentliyle kentli. Yani size onunla varoluşçuluk tartışabileceğiniz hissini de verir, birlikte pazar alışverişi yapabileceğinizi de.

Elbette Mehmet hocayı anlatmak, bir kitaptan söz etmeye niyetlendiğim bu yazının kapsamı dışındadır. Ama kitabın yazarı o olunca ister istemez ondan bahsedesim geldi. Aslına bakarsanız hocama duyduğum bu sevgi ve saygı nedeniyledir ki, eserine toz kondurmak gelmiyor içimden. Ancak onun yazdıklarına duyduğum saygı kadar, eserini okumak için harcadığım emek ve zamana da bir namus borcum var. Dolayısıyla bir okur olarak bu eserde neleri aradığımı ve bulduğumu, neleri bulamadığımı tüm açıklığıyla yazmak istiyorum. Bu arada bir cahil cesaretiyle bu yazıyı kaleme aldığımı belirtmeden geçemeyeceğim; çünkü psikoloji ve özelde hipnoz üzerine bilgim sınırlı. Benim muradım, bilimsel ve edebi yazın okumaya ve yazmaya hayli alışkın bir okurun hocasına gelecekteki eserleri için naçizane bir öneriler demeti sunmak.

Bu kitabı anlatmaya başlarken kitabın kimlere yönelik olduğuyla ilgili net bir cümle kurmak istiyorum ama kafam karışık. Kitabın ilk bölümlerinde hipnoza ilişkin temel bilgiler verilmiş ve yaygın hurafeler kısaca çürütülmüş. Bunları okuyunca, o halde bu kitap hipnoz meraklısı herkese kapısını açmış derken... sonlara doğru kimi teknik terimlerin (örneğin parts, NLP, EFT, vs.) kısacık da olsa açıklaması neden okurdan esirgenmiş? Yoksa kitap yalnızca hipnoterapistlerin mi hizmetinde? 


Konu hipnoz bilimi olunca insan ister istemez daha sistemli bir içerik bekliyor. Oysa okurken hissettiğim, birbirinden bağımsız gibi görünen yazıların kitapta bir araya getirilmiş olmasıydı sanki. Hani bazı köşe yazarları gazetede yazdıklarını kitaplaştırır da, kitap yer yer kendini tekrar eder gibi olur. Hocamın kitabının ilk bölümleri de bunları andırmış. Eser şöyle düzenlenseydi daha derli toplu olmaz mıydı: Tarihe damgasını vurmuş bilinçaltı psikologları ve terapistler ile onların yaklaşımları geçiştirilmeden biraz daha ayrıntılı verilerek hipnozun tarihçesiyle sağlam bir başlangıç yapılıp ardından hipnozun bugünü eğrisi doğrusuyla tartışıldıktan sonra Mehmet hocanın kendi yöntemi ortaya konsaydı, ben de okur olarak bu yöntemin diğerlerinden farkını daha rahat görebilirdim. Yani bilimsel bakış arıyorum bu tür kitaplarda. Neden Freud’u eleştiriyor hoca? Hipnoz dehası Milton Erickson’dan farkı ne? Bunlar muğlak kalınca, yerleşik basmakalıp terapi yaklaşımlarına ne denli meydan okunursa okusun, tanıtım bülteni havasında gidiyor kitap. Hoca ön sözünde şiirsel ve coşkulu üslubuyla “atımı meydana sürüyorum” diyerek açılışı yapıyor. Evet, ben de görüyorum o heybetli atı; ama ayağı aksıyor! Rahatlıkla dört nala gidebilecekken üstelik!


Meydan okuma demişken... Hocanın kitabın ön sözünden başlayarak hesaplaştığı birileri var. Mehmet hocanın edebiyat bölümü mezunu olmasını dillerine dolayıp hipnoz yetkinliğini sorgulayanlar. Hukuk fakültesine gitmeden yargıçlığa soyunmuş bu tip insanlara her yerde rastlayabilirsiniz; Murakami’nin şu satırlarında olduğu gibi:

"Uzmanlık alanınız dışında kalan bir şeye el atmanız, o alanın uzmanları tarafından hiç hoş karşılanmaz. Akyuvarların bedeni yabancı şeylerden arındırmaya çalışması gibi, girişiminiz bu uzmanlar tarafından açık biçimde engellenir. Buna rağmen cesaretinizi yitirmeden, inatla devam ederseniz, zaman içinde, "Eh, çare yok" gibi bir hisle kabul görürsünüz, onlara eşlik etmenize izin verilir ama en azından ilk başlarda karşılaşacağınız tepkiler hep sert olur. "Söz konusu alan" ne kadar darsa, ne kadar uzmanlık gerektiriyorsa ve ne kadar büyük bir otoriteyi temsil ediyorsa, o alandaki insanların kibirleri ve sizi dışlama dereceleri de o kadar yüksek olur ve onlardan alacağınız tepki de aynı oranda sertleşir." (Mesleğim Yazarlık, Haruki Murakami, s. 13-14)

Mehmet hoca başkaldırıyor hipnozu tekeline almışlara. Soylu bir başkaldırı bu. Kitap belli ki biraz bu başkaldırının öfkesiyle yazılmış. Elbette tanrılardan ateş çalan Prometheus olmak kolay değil. Hoca da zaten ara ara çatıyor köşe başlarını tutarak ona saldıranlara. Futbolda çok hoşuma giden bir deyim vardır: topu göğsünde yumuşatmak. Gönül isterdi ki, tıpkı bir futbolcunun süratle gelen topu göğsünde yumuşatması gibi, hoca da sinesindeki edebiyat hazinesinin tavında dövseydi kendisine yönelen haksız eleştirileri. Daha rafine satırlar okusaydı okur.

Hocanın başkaldırısı salt kendisine haksızlık edenlere duyduğu öfkeden ibaret değil elbette. Onun asıl derdi, kendi ifadesiyle "Tanzimat aydınları" gibi ithal hipnoz uygulamalarını bire bir kopyalayıp uygulayanların aksine bu toprakların hipnoz geleneğini oluşturmak. Bu yurdun insanı, dili, alışkanlıkları, inanışları, değerleri, edebiyatı, tarihi, coğrafyası, kültürü, lezzeti, kokuları gibi bize özgü ne varsa onunla beslenen bir anlayışı esas almak. Yani öyle bir hipnotik telkin dili oluşturacaksınız ki, size terapiye gelen insan kendisini öz yurdunda ve evinde hissedecek. Kültürümüzün zenginliğini düşünürsek malzeme çok bu açıdan. Kitap bunu fazlasıyla hissettiriyor. Sorguladığım tek nokta, İslam'a çok fazla referans verilmesi. Kuşkusuz Kur'an'ın hipnotik dili güçlü. Bu topraklarda bu kaynaktan yararlanmamak, büyük eksiklik olurdu. Ama farklı inanç grupları ve kendini hiçbir dine ait görmeyenler için bu referanslar ne kadar anlamlı acaba?

Ayrıca ana metin ve kaynakça arasındaki bağ güçlendirilmeli. Örneğin, bir bölümde Sartre'dan bahsediliyor; fakat eserin adını merak edip kaynakçayı açtığınızda Sartre ortalarda yok. Bu şekilde pek çok yazar ve şaire kaynak gösterilmeden atıf yapılıyor. Meraklısı mutlaka görmek ister hangi eserden alıntı yapıldığını. Etik bunu gerektirdiği gibi, yazılan esere katkıda bulunan tüm kaynaklara saygı duruşu gibidir kaynakça. Bu anlamda kaynakça, filmlerin kapanış jeneriği kadar anlamlı ve önemlidir. Görüntü yönetmeninden figüranına, kurgucusundan teknik ekibe kadar herkes selamlanır orada.

Son olarak, can sıkıcı sayıda noktalama ve yazım yanlışları, anlatım bozuklukları ve cümle düşüklükleri esere gölge düşürüyor. Neyse ki, hocanın edebiyatla yoğrulan akıcı sohbet dili ve kitaptaki bölümler arasına serpiştirilmiş şiirler, sevimli kısa öyküler ve fıkralar bu durumu biraz olsun hafifletiyor. Bunların yanı sıra hocanın paylaştığı olaylar ve özellikle kitabın sonundaki çarpıcı terapi öykülerini okurken dehşet, hayret, merak gibi duygular arasında savrulabilirsiniz. Hele bazı öykülerde hocanın olağan dışı anlar karşısındaki işlek zekasına da şapka çıkarmamak mümkün değil. İşte "hipnoz nelere kadir" demeden edemediğim örnek olaylardan biri:


Mehmet Başkak

Son bölümdeki her hipnoterapi öyküsünün sonunda "kıssadan hisse" bölümü var. Yazar, deneyimlediği sıradışı olayın hemen ardından kendine çıkardığı dersleri not almış. Ben de bu kitaptan kendime şöyle bir hisse çıkardım: Her ne işle meşgul olursak olalım, ayaklarımız kendi toprağımıza basmalıdır. "Türk hipnozu"nu yerleştirmeyi dert edinmiş bu yazar gibi, Türk tıbbı, Türk eğitimi, Türk tarımı, Türk mühendisliği, vb. üzerine kafa yorulmalı. Ve sırf bu yüzden bile olsa, bu ilginç kitap okunmalı. 

*Derin Sıçrayış Hipnoz: Davranış Değiştirmenin Hipnotik İlkeleri - Mehmet Başkak - Dört Mevsim Kitap

13 Ekim 2019 Pazar

Oyun oynama sanatı

Rıfat Ilgaz'ın sevdiğim şiirlerindendir “Her Dilde”. Şöyle başlar:

Hangi dilde ağlar çocuklar
Hangi dilde güler
Ağlamak her dilde tek anlamda
Çince, İngilizce, Türkçe...

Tıpkı ağlamak ve gülmek gibi oyun da her dilden çocuğun anladığı dildir. Biz büyümüşlerin penceresinden bakarsanız, oyun çocukla kurabileceğimiz yegâne diplomasi dilidir. Çocuğunuzun inadını, öfkesini, kardeş kıskançlığını tatlılıkla kırmak mı istiyorsunuz? Okula alışmasını mı sağlamak niyetiniz? Ya da doğal afetler, geçirdiği hastalıklar, anne-baba boşanması, zorlu doğum süreci gibi nedenlerden kaynaklanan travmaların etkisini hafifleterek aranızdaki bağı mı güçlendireceksiniz? Alışılagelmiş ödül-ceza yöntemlerini, katı disiplin kurallarını bir kenara koyun ve oyun oynamak için sıvayın kolları. Aletha Solter'ın “Oyun Oynama Sanatı” adlı kitabını okuduktan sonra anladım ki, bebekken pek çok büyüğümüzün de bize yaptığı “ce-ee” den tutun, yastık savaşlarına kadar çocukları doyasıya eğlendiren oyunların kerametleri saymakla bitmezmiş. 

Aletha Solter, bu oyunları “bağlanma oyunları” olarak nitelendiriyor. Kitapta çoğu gayet tanıdık gelecek dokuz oyun türü var. Her biri farklı içerikte olsa da, aslında aynı iki amaca hizmet ediyor: Ebeveyn-çocuk bağını güçlendirmek ve çocuk gelişimindeki birtakım zorlukları birlikte eğlenerek aşmak. Solter, psikolog olduğu için karşılaştığı pek çok vakanın çözümündeki oyunları örneklediğinden kitabı okurken “aslında ben de yapabilirim... demek bu kadar kolaymış” düşünceleri arasında gidip gelmeniz olası. Fakaaat.... Bir-iki oyunla sıyrılıp çıkamayabilirsiniz kemikleşmiş sorunların içinden. Belki haftalarca uğraşacaksınız, belki çocuğunuzdan olumlu yanıt alamayacaksınız kolay kolay. Onca işinizin gücünüzün arasında sıra dışı bir yaratıcılık gerektirecek kimi oyunlar. Ama en azından çocuğunuzla kahkaha atacaksınız ve aranızdaki sevgi bağının her geçen gün kuvvetlendiğini göreceksiniz; az şey midir bu? İyi bir anne-baba olmak, çocuğunuz sizden her ilgi istediğinde eline tablet veya telefon tutuşturmak mıdır, yoksa sabır ve şefkatle onun hamurunu yoğurmak mıdır?

Yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için oyun kavramının çocuğu şımartma, her yaptığını onaylama anlamına gelmediğini de belirtmek gerekiyor. Aksine, oyun tam bir disiplin işi. Ama güler yüzlü bir disiplin bu. Tepeden bakan, üst perdeden konuşan bir anlayışla asla örtüşmeyen bir ev içi düzen kurma çabası. Tam bu noktada, yazarın sıklıkla kurduğu bir cümleye atıf yapmak gerekiyor: “Çocuğunuz kahkaha atıyorsa doğru yoldasınız.” Evet, siz çocuğunuzun yüzünü onunla oyun oynayarak (ona pahalı oyuncak satın alarak değil!) güldüren bir ebeveyn iseniz ne mutlu size! Eviniz, dikenlerin bürüdüğü bir dünyanın ortasında kahkaha çiçeklerinin açtığı bir bahçe olmuş. Bu sizin en büyük başarınız! 

Kitap, mesajını -yer yer yinelemeye düşme pahasına da olsa- etkili bir biçimde veriyor. Bazı konularda (örneğin: ev ödevleri, oyuncak silahlar, vs.) ezber bozan cümleler de cabası. Ancak ağır hastalık gibi travmaların acıklı tarafına kendini kaptıran insanlar için gülücükler dağıtarak bu oyunları oynamak epey zor olsa gerek. Hele çocukluğunda oyun nedir bilmemiş ve oyun üretmekte zorlanabilecek insanların oyun dünyasına girmesi de ayrı mesele. “Hayat güzeldir” filmindeki efsanevi baba karakteri gibi değiliz ki, Yahudi toplama kampında tanık olunan insanlık dışı olayları bile çocuğumuza bir oyundaymış gibi başarıyla aktaralım. Bu nedenle oyun konusunda kendisini eksik hissedenlerin kitaptaki önerileri destekleyebilecek ek okumalar yapmaları gerekebilir.

*Oyun Oynama Sanatı: Anne babalar için oyun becerileri - Alehta J. Solter - Doğan Kitap

5 Ekim 2019 Cumartesi

Mesnevi'den bana kalanlar

Uçsuz bucaksız bir kumsalı gözünüzün önüne getirin. Bembeyaz, pırıl pırıl bir kumsal. Elinizi kumsala daldırdığınızda avcunuzda hissettiğiniz sıcaklık, sahili büsbütün kucaklayıp götürüverme isteğine karışmıştır çoktan. Ama bir de bakmışsınız, parmak aralarınızdan kum zerrecikleri dökülmeye başlamış bile. İşte benim Mesnevi'yi okuma serüvenim de buna benzedi. 1. deftere başlayıp 6. defterin kapağını kapatana dek hem kitapta hem kendi hayatımda nice insan ve nice dert tanıdım, iç deryama daldım, orada bile epey susuz kaldım, Mevlana'nın dizelerini kalbime elifi elifine işlediğimi sandım, sonra bir de dönüp baktım ondan bana kalan bir avuç ışıldayan dizeymiş. Ve o sonsuz kumsaldan bana kalan incecik kum zerreleri bu yazıya dökülmüş.

Bendeki Mesnevi'nin çevirisini, üçer cilt olmak üzere Derya Örs ve Hicabi Kırlangıç üstlenmiş. Ne yazık ki pek beğenmedim. "Bayım" gibi tuhaf hitapları, yazım yanlışlarını yakıştıramadım bu esere. Buna rağmen elimden de düşüremedim. Kimi zaman gündelik yaşamın yoğunluğundan fırsat bulamayıp okuyamadığımda eksikliğini hissettiğim oldu. Hatta bazen bunalıp da Mesnevi’yi elime aldığımda sanki yaşadığım kasveti hedef almış bir ok olup çıkıveriyordu dizeler! Anlayacağınız, insan aynı insan. Yüzyıllar öncesinde neye gamlanıp neye neşeleniyorsa, bugün de aynı. Büyük olasılıkla yarın da aynı kalacak.

Ama Mesnevi’yi takip etmek biraz zorladı beni. Hikaye içinde hikaye, kıssa içinde kıssa. Başını kaçırdığınız an sonunu getiremezsiniz. O nedenle Mevlana okurundan sabır istiyor. Zaten "Sabır rahatlığın anahtarıdır" diye defaatle yazan da o değil mi? Bunun yanı sıra, Mesnevi okurken bir Kur’an mealini baş ucunda bulundurmakta yarar var; zira ayetlere ve Kur’andaki kıssalara sayısız atıf barındırıyor. Hadisleri, mutasavvıfların ve velilerin başından geçmiş olayları saymıyorum bile. Özcesi, ciddi bir İslami birikim istiyor kitap. Bu olmasa da okunur mu? Okunur okunmasına, ama derinliğine tam vakıf olunamayabilir.

Mesnevi’nin bir diğer rahatınızı kaçırabilecek özelliği, Mevlana’nın yeri geldiğinde okuruna sert bir dille seslenmesi (örneğin: "Sen içi pislik dolu bir kurtçuksun, ama dünyaya bir velvele salmışsın. / Sen meniden var edildin, benliği bırak." 5. defter). Mevlana'nın "sonsuz şefkati"nden dem vurarak dükkan açan günümüzün kişisel gelişim esnaflarını; kitap önsözlerinde, iş yerlerindeki duvarlarında, sosyal medya hesaplarında Mevlana’dan sözler (ki kaynak belirtmeksizin yapılan o alıntıların da doğruluğu tartışılır) paylaşan yogileri ve guruları epey sarsacak cümleler var Mesnevi’de. Yumuşacık jelibon tadında bir kitap değil bu. Hele çağlar öncesinde yazılmış bu dizelere bugünün genel kabul gören, toplumsal cinsiyet eşitliği gibi değer yargılarıyla yaklaşırsanız, kadın düşmanı olarak bile değerlendirebilirsiniz Mevlana’yı. Mesnevi’yi okumamışları daha da şaşırtabilecek bir ayrıntı da şu: Eserin muhtelif yerlerinde hayli müstehcen hikayeler var. Hatta bununla ilgili Mevlana’yı sapkınlıkla suçlayan kimi yorumlara rastladım. Mevlana buna yine kendisi yanıt veriyor 6. defterde: "Alçak kişiler her anlatıcıyı zebun ederler; sözü yüksek de olsa değerini aşağı indirirler. / Çünkü söz, dinleyenin değerincedir; terzi elbiseyi adamın boyuna göre biçer." 

Beni ne müstehcenlik, ne de Mevlana’nın yer yer sertleşen üslubu rahatsız etti. Aslında biraz pataklamak gerekiyor insan denen kibri dağları aşan acımasız canlıyı. Bunu yaparken insanın karşısında en aciz kaldığı zaaflarından birini, şehveti de konu edinmek şaşırtıcı olmasa gerek. Kaldı ki Mevlana insanın kulluğunun ve zavallılığının altını çizerken yalnızca şehvet değil, açlığa ve hastalıklara da vurgu yapar. Allah iradesinin karşısında beşeri iradeyi küçümser; çünkü insan hem fiziksel hem ruhsal anlamda acz içindedir. Hep bir şeylere muhtaçtır: gıdaya, sağlığa, tensel hazza, pohpohlanmaya, güce... Kendisini körleştiren ve zalimleştiren hırsına ve açgözlülüğüne yeniktir. İşi düşünce Allah’ı hatırlar. Dertten ölesiye korkar; oysa Mevlana derdi ve onun getirdiği sınanışı kutsar: "Allah'ı gizli gizli anmanı sağladığı için dert, dünya mülkünden iyidir. / Dertsizin yakarışı soğuk ve koftur. Dertlinin yakarışı ise aşk ve içtenlik doludur." (3. defter). "Bizim için sınanmakta çaba gösteren kimsenin ayağının altına gökyüzü sırtını verir. / Senin dış yüzün karanlıktan feryat ederken, iç yüzün güllük gülistanlıktır." (4. defter)

Peygamberler bile yeri geldiğinde onun eleştirisinden nasibini alır (örneğin: Hz. Musa ve çoban hikayesi, 2. defter). Peygamber de olsa insanın hiçbir zaafının Mesnevi'nin elinden kurtuluşu yoktur. Ama asla umutsuzluk kitabı değildir Mesnevi; çünkü insanın hazinesi akıldır, düşüncedir ve şöyle hatırlatır bu hazineyi: "Kardeşim, sen düşünceden ibaretsin. Senin geri kalanın kemik ve kıldır. / Düşüncen gül ise sen gül bahçesisin. Eğer dikense, külhan yakıtısın." (2. defter).

Öte yandan Mevlana "namaz ehli" olanları kayırıyor eserinde.  "Ne olursan ol gel" sözünün Mevlana’ya ait olmadığı işte burada bir kez daha ortaya çıkıyor. Evet, o söz Mevlana’ya ait değil (Kesin olmamakla birlikte Horasanlı şair Ebu Said-i Ebu'l Hayr’a ait olduğu belirtiliyor). Mevlana, dünyevi sorunların ilacı ve insanın tek kurtuluş yolu olarak namazı görüyor: "Bir rüzgarla yerinden kopan, bir çöptür. Çünkü uygunsuz esen nice rüzgar var. / Öfke rüzgarı, şehvet rüzgarı, hırs rüzgarı, namaz ehli olmayanı alır götürür." (1. defter)

Her ne kadar Mevlana’nın eseri kabaca ve belki biraz sığ biçimde “Hak yol İslam” sloganıyla özetlenebilirse de, kendisini Müslüman olarak tanımlamayanlar da Mesnevi’de insana dair evrensel gerçeklikleri rahatlıkla bulabilirler. Dişi beyin-erkek beyin, yin-yang, insanın evrimi, algının yanıltıcılığı gibi. Arayış kavramı da çok kıymetli Mevlana’nın gözünde: Bir karınca Süleyman olma arayışındaysa, onun arayışına küçümseyerek bakma. / Mal ve meslek olarak neyin varsa, önce sadece bir istek ve düşünce değil miydi?” (3. defter). Arayanlara müjdesi de vardır Mevlana'nın: "Ciddi olarak aramışsan bulursun. Ciddi olan yanlış yapmaz, böyle bildirilmiştir." (2. defter). Ayrıca aydınlanmak için değil; geçinmek ve alkış toplamak için bilimle uğraşanları topa tutar ve insanların onların bilimine kulak vermemesini hak sayar. Çünkü Mevlana'ya göre bu tür bilim insanları "ilimden nasipsizdir"; "ilmin hafızıdır, âşığı değil" (3. defter) ve onlar "bu âlemden kurtulmak için değil, halkın ve seçkinlerin ilgisini çekmek için ilim peşindedir." (2. defter).

Mevlana'dan bahsedip aşktan bahsetmemek elbette olmaz. Nitekim Mesnevi için bir aşk kitabıdır denilebilir. Aşkın her hali vardır Mesnevi'nin sayfalarında: "Aşk son anda yüklenip gemileri batıran yüktür." (6. defter), "Göklerin dönüşünü aşk dalgasından bil; aşk olmasaydı dünya donakalırdı." (5. defter). "Aşk hesapsız sevgidir" (2. defter). Aşkla ilgili başka bir dikkat çekici ayrıntı da, Mesnevi'nin ayrılık üzüntüsüyle başlayıp kavuşma ümidiyle sonlanmasıdır: "Dinle bu ney nasıl şikayet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor." (1. defter) ve  "Kalpten kalbe yol vardır." (6. defter). Çünkü Mevlana yaşadığı acılara karşın ilahi aşka sığınır. Acısının da şifasının da kaynağı aşktır.

Burada bahsedemediğim onlarca konunun işlenişine ek olarak, Mevlana'nın söz sanatlarındaki ustalık ve kıvraklığı da kitabı hayranlıkla okutuyor. Öyle kudretli benzetmeleri var ki Mevlana'nın; gülmemek ve hüzünlenmemek imkansız. Bazı hikayelerin sürükleyiciliği yetmezmiş gibi okuru ters köşeye yatıran sonları da değme senaristlerde bulunmayan bir anlatıcılık cevherini okura hatırlatıyor. Bu nedenle, çevirisini değil de, aslını okuyabilseydim diye hayıflandığım ender eserlerden biri oldu benim için Mesnevi. Keşke Farsça bilseydim de Mesnevi'ye daha büyük bir zevkle nüfuz edebilseydim. Aynısını Dante'nin İlahi Komedya'sında da yaşamışımdır. Keşke İtalyanca bilseydim de, Cehennem'den Cennet'e doğru yükselirken Dante'yle birlikte Toskana'da bulsaydık kendimizi.

Bir gün yolunuz bir kitapçıya düşer de Mesnevi'yle göz göze gelirseniz, eserin tamamını alın derim ben. Mesnevi'den beyitler, Mesnevi'den seçilmiş hikayelere filan aldanmayın. Bilin ki o seçki asla sizin seçkiniz olmayacak. Mesnevi'yi okumuş bir yabancının seçkisidir o. Benim burada yazdıklarım da kısıtlı algım ve vaktim ölçüsünde yazabildiğimdir. Denizden bir damla suyu küçücük bir şişeye koyup "al sana deniz manzarası" demek gibidir. Çünkü "Sen dünyayı gözün kadar görebilirsin." (5. defter) ve "İnsan gözdür/görüştür; gerisi et ve deridir; insanın değeri gözünün gördüğü şey kadardır." (6. defter).

21 Eylül 2019 Cumartesi

"Ezan" dinlerken...


İlginç bir olaya tanık oldum. İşe gitmek için hazırlandığım sabahın erken saatlerinde bağıra çağıra şarkı söyleyen bir delikanlı sesine benzer bir ses duydum. Herhalde yakınlardaki inşaatlardan birinde bir işçi söylüyordur diye içimden geçirirken gözüm pencereye ilişti. Hayretle ne göreyim: Karşı balkonda bir kadın adeta sahneye çıkmışcasına abartılı jestlerle "sanatını" icra ediyor! Ama gönlünün sahnesinde söylediği bir şarkı değil bu. İçinde öfke köpürten bir feryat. Hançeresini yırtarcasına. Ve bu durum ben işten döndükten sonra aralıklarla ve aynı şiddetiyle devam etti. Çığlıklar ve pencereden fırlatılan eşyaların şangırtıları eşliğinde gecenin 3'ü gibi saatlerde ve yine ertesi sabah. İşte o sabah kızım gürültüye uyandı ve pencereden kadını izlemek istedi. Kadın susasıya kadar sakin bir gözlemci gibi dikkatle kadını izleyen kızım, kadın şarkısını bitirdikten sonra "Ezan okundu" dedi. Beni bir gülmedir aldı; ardından kızımı haksız da bulmayan zincirleme düşünceler...

Ezan bir çağrıdır; başlangıcı ve sonunu kulağınıza getirin hele: Açılış neyle yapılır? "Allah büyüktür". Kapanış neyle mühürlenir? "Allah'tan başka ilah yoktur". Var'dan yok'a doğru gidişi duyuran ve makamlı okunan bir manifesto gibi. Bir İslam düşünürü der ki: "Lâ süpürgesiyle yolu temizlemezsen illallah sarayına varamazsın". Bir diğer deyişle, Allah'ın varlığına ancak O'ndan gayrısını yok’layarak ulaşırsın. Para, güç, iktidar, şöhret, şatafat gibi günümüzün putlarından tutun; her türlü vesvese, gam, kibir, huzursuzluk, ümitsizlik gibi fazlalıkları da süpürmek gerekiyor O'nun varlığının şüphesiz bilincine ermek için. 


Peki balkondaki kadının ezanla ne ilgisi var? Kadında asıl ilgimi çeken şarkı söylemesi değildi. Şarkı söylerken evde eline ne geçerse, çanak çömlek, çamaşırlık, havlular, örtüler, vs. bunları aşağı atmasıydı. Elindekiler bitince şarkıya hiç ara vermeksizin yenileriyle gelip onlardan da törensel bir edayla kurtuluyordu. Yani kadın şarkısıyla önce varlığını ilan ediyor, sonra sanki bir Lâ süpürgesiyle kendinden gayrısını yok ediyordu. Kadının dışında ondan biraz büyük görünen bir adam -eşi mi, ağabeyi mi, bir yakını mı bilemiyorum- daha vardı evde. O da kadın haykırdıkça perdeleri çekiyordu nafile.

O iki günlük kıyametten sonra birkaç gündür evden ses çıkmıyor. Kapısı, penceresi kapalı. Kadına ne oldu bilmiyorum. Hangi acılar, hangi yoksunluklar onu "kirli bir mendil bile böyle sokağa atılmaz" sözlerini söyletti bilmiyorum. Bilinçaltına yığılmış üzüntülerin biriktiği çöp dağının patlaması olmasaydı, ben o kadının varlığından "karşı balkonda görünen bir insan" kadar haberdar olacaktım. Ben de onun için karşı binada penceresini açan biriydim yalnızca. Yani benim varlığım ve yokluğum onun için birse, benim için de o kadının varlığıyla yokluğu birdi. Belki evinde de yıllarca yok sayılmış ve yok hükmünde oluşunun acısını böyle çıkarmıştı. Milyonlarca kadın gibi. Evdeki tencere tava kadar mı kıymetim? Buyrun o zaman... Figanım kadar varım, kadınlığım kadar yokum. Kadınlığımın terazisi yapılan çanak çömleği, kar beyazı çarşafları, çul çaputu Lâ süpürgesiyle yok'luyorum. Kendi var'ıma ulaşmak için...
...
Çok şey öğrendim geçen üç yıl boyunca
Balkona yorgun çamaşırlar asmayı
Ki uçlarından çile damlardı.
Güneşte nane kurutmayı
Ben acılarımın başını
Evcimen telaşlarla okşadım bayım.
Bir pardösüm bile oldu içinde kaybolduğum.
İnsan kaybolmayı ister mi?
Ben işte istedim bayım.
Uzaklara gittim
Uzaklar sana gelmez, sen uzaklara gidersin
Uzaklar seni ister, bak uzaklar da aşktan anlar bayım!

DİDEM MADAK

16 Mayıs 2019 Perşembe

Karıncanın yürüyüşü

Canım babam,
Gözyaşlarımıza yağmur damlalarının karıştığı bir gün düştük yollara. Yanına varmaya. Yattığın o uğultusu ve yeşili bol tepede rüzgarlar, kulağımdan ruhuma Allah'ın nefesini dolduruyor ve ben o Tanrısal nefesten payıma düşeni kendi sayılı olan nefeslerimle yoğurup kabrine dualarla üflüyordum sanki. O sırada, henüz çökmemiş toprağının üstündeki bir karınca, yükünü sırtlamış, azmettiği yere doğru kan ter içinde ilerliyordu. Ben ağlıyordum. O yürüyordu. Yukarılarda çan sesleriyle koyunlar yürüyordu. Çoban yürüyordu. Bulutlar yürüyordu. Hayat, yer üstündekileri hep bir yürüyüşe itiyordu. Seninle baş başa kaldığımız o an geçip de arkamı döndüğümde baktım ki kızım arkamdan geliyordu. Sonra babaannem. Evlat acısını hem gençken, hem ömrünün son demlerinde yaşamaya yazgılı kılınmış babaannem, babamın ondan son anına kadar hastalığını sakladığı babaannem de yürüyordu. 

Yer üstündeki hayat, bizi geri döndürülemez devinimine -kimi zaman bir karınca vesilesiyle- ustaca sokuyor ama aynı zamanda yer altını ölümlerle hatırlatıyordu: "Ne yapacaksan şimdi yap!" Tıpkı bir karınca gibi yükünü namusluca yüklenip yolunda giderek. 

14 Mayıs 2019 Salı

İnsanın Esareti

Geçenlerde radyo dinlerken reklamlarda bir roman tanıtımına rastladım. Radyonun reklam kuşağında kitap tanıtımının işi ne, demeye kalmadan şu sözleri de işitince artık çok da sorgulamama gerek kalmadığını anladım: "Hepimizin kendinden bir şeyler bulabileceği bir roman..." Bu cümle tıpkı bir pantolonun şöyle tarif edilmesi gibi: "Bacaklarınıza geçirebileceğiniz bu pantolon..." 

Romanda kendimden bir şeyler bulmayacaktım da ya ne olacağdı? Dostoyevski'nin katilleri, kumarbazları, günahkarları, ermişlerinden bir parça hiçbirimizde yok mu? Orhan Veli, "Bütün güzel kadınlar zannettiler ki / Aşk üstüne yazdığım her şiir / Kendileri için yazılmıştır. / Bense daima üzüntüsünü çektim / Onları iş olsun diye yazdığımı / Bilmenin." derken dahi aslında insanların onun şiirlerini kaçınılmaz biçimde üzerlerine alındığı gerçeğine işaret etmiyor mu? 

Her neyse... Bugün beni etkileyen bir romandan bahsetmeden geçemeyeceğim. Somerset Maugham'ın otobiyografik olduğu söylenen "İnsanın Esareti" adlı yapıtı. Kitabın karakteri Philip Carey doğuştan bir ayağı sakat, öksüz ve yetim bir çocuktur. Gönderildiği yatılı okulda sakatlığı nedeniyle arkadaşları tarafından alay edilmesi ve dışlanması, onun erken olgunlaşmasına ve ömür boyu bu hassasiyeti bir pranga gibi taşımasına sebep olur. Yüksek öğreniminde birkaç kez branş değiştirir, fırtınalı bir aşk hayatı olur. Dibi de görür, saygı ve takdiri de. 792 sayfa boyunca yazar bizi daldırıp çıkarır Philip'in ruhunun derinliklerine. (Sayfa sayısı korkutmasın; roman su gibi akıp gidiyor.) Philip'in edebiyat ve sanat ortamlarında yaşadığı hararetli tartışmalar da okura o yılların sanatsal ve hatta politik havasını koklatıyor. Şu satırlara bir göz gezdirin, ta o zamandan şimdiki Avrupa Birliği'nin ağababası ülkeleriyle dalgasını geçmiş yazar:



Okurken esaret kavramı üstüne de çok düşündüm. Başta Philip'in topallığı mı onun esareti diye sorarken sonra, hayır, onun bunun üzerinde çok durması, bundan utanmasıdır onun esareti diyerek kendimi düzelttim. Sayfalar ilerledikçe, Philip'ten aşık olması beklenmeyecek kadar aksi ve cahil bir gösteriş budalası kadına vurulması onun asıl esaretidir dedim. Sonra yalnızlığıdır diye yorumladım. Dünya turunu planlarken başka bir kadına tutulup serüvenlerle dolu geçecek bir ömrü düzenli aile hayatına değişmesi midir acaba asıl esaret derken romanın sonuna geldim ve kendime dönüp şu sonuca vardım: Özgürüz demek pek de doğru değil galiba. Özgürlük, onu bayraklaştıran şiirlerde güzel. Felsefi tartışmalarda tadından yenmez özgürlük. Özgürlük türküleri, şarkıları, marşları iyi nefes açar. Ama hakikatte özgürlük? 

Hepimiz doğduğumuz ülkenin, çevresel şartlanmışlıklarımızın, kalıplaşmış düşüncelerimizin, günlük tasalarımızın, önyargılarımızın, önkabullerimizin, takıntılarımızın mahkumuyuz. Ömrümüz zincir üzerine zincir kuşanmakla geçiyor ve... tüm bunlardan ne zaman kurtuluyoruz? Ölüm, kara kemendini boynumuza dolayıp bizi kendine çektiği an. Ölümün de mahkumuyuz.

Hani şu "hepimizin kendinden bir şeyler bulacağı" zırvasıyla kitabını pazarlayan gafil vardı ya, işte o ne kadar özgürse ben de o kadar özgürüm. Philip Carey topallığını takıntı haline nasıl getirdiyse ben de başka rahatsızlıklarımı takıntı haline getirmişim. Elimden gelen tek şey ise, esiri olduğum duygular, düşünceler, hayaller ve hayal kırıklıklarıyla dolu bir hayatta "özgür" olduğumu varsaydığım kaçış "an"larıyla güç toplamak. Mesela şarkılar, ruhsal vitamin depolarımı doldurmaya bire bir benim için. İnsanın Esareti'ni okurken Grup Gündoğarken'in "Hayallerimi Bırak" şarkısındaki "Bir roman kahramanı kadar güçlü değilim / Biraz daha durursan ağlayıp yalvarabilirim" sözleri yanıp söndü zihnimde. Philip Carey zaaflarına ve esaretine rağmen güçlü kalmayı başardı. Ben bunu başarabiliyor muyum?... Sahi ne diyordu şarkının devamında Grup Gündoğarken: "Arkanı dön ve sakın sakın bakma geriye / Acı çektirmeyi sevmezsin bilirim". Arkama dönüp bakmazsam başarabilirim. Esaretimin yükünü hafifletebilirim. 

9 Şubat 2019 Cumartesi

Dünyanın en güzel ateş ölçeri

Canım babam,
Seni kaybettikten sonra evimiz sevenlerinle doldu taştı, telefonlarımız susmak bilmedi; ama o sıcak insan kalabalığı çekildikten sonra bu kez anıların ağırlığı çöktü üzerimize. Ve biz acımızla baş başa kalır olduk Kayahan’ın şarkısındaki gibi:

El ayak çekilince
Sohbetler tükenince
Dostlar eve gidince
Bu geceler işkence

Hani ölmeden önce ömrünün film şeridi gibi gözünün önünden geçme klişesi var ya, anladım ki o bizim gibi yas tutanlar için daha doğru. Çünkü geride kalanlar, ölenle ilgili o film şeridini evirip çevirip anlatarak ve kendilerinden de katarak hüzünleniyorlar. Ben de bu hususta istisna değilim elbette. Seninle yaşadıklarımızı düşünmeden, özlemeden edemiyorum. Adeta bir Claude Monet tablosunun buğulu renklerine bürünmüşcesine zihnimin derinliklerinde yıllardır gizlenmiş hatıralar, çocukluğumun en ücra köşesinden sökün edip gözümün önünde apansız beliriyor şimdi. Bunlardan en berrak olanı, çocukken hastalandığımda yanıma gelip tüm şefkatinle ateşimi ölçmendi. O hünerli, her işin altından kalkan, toprakla yaratan kudretli eller, ateşten yanan alnıma ipek bir mendil yumuşaklığında dökülüveriyordu sanki. 

Büyüdüğümüzde de çok şey değişmemişti aslına bakarsan. Kardeşimin ve benim ne zaman canımız sıkıldıysa, ne zaman başımız ağrıdıysa, ne zaman bunaldıysak hararetimizi ölçen bir babaydın sen. Dünyanın en güzel ateş ölçeri! Alnımıza bilgelik ışığının vurduğu...

Biraz da bu yüzden cenazende seni herkes gözleri ışıldayarak tek bir sözcükle özetledi: "Başka". "Senin baban bir başkaydı!". Bu sözcük, Türkçede "belgisiz sıfat/zamir" olarak tatsız tuzsuz tınılayan bir kategoriye sokulsa da, bünyesinde ne kıymetli sıfatları barındırıyormuş meğer! Bu sıfatlar, sevenlerinin gönlünde edindiğin yere göre ete kemiğe büründü. İyilik, cömertlik, zarafet, sevecenlik, cana yakınlık, hoşsohbet ve nüktedan olmaktan yana akla ne gelirse sen oradaydın. Aramızdaydın! Hepimizin “hoca”sıydın. Ömrün boyunca nutuk atarak değil; bizlere örnek olarak hocalık yaptın. Hastalığını kabullenişin ve bu hastalığın sana getirdiği binbir güçlüğü asla şikayet etmeksizin sırtlanarak Hakk’a yürüyüşünle de öğretmenliğini taçlandırdın.

Baba,
Doğup büyüdüğün ve gömüldüğün köyünde senin gibi insanlara "kahraman" denir ya, biz de senin yaşamımıza kattığın kahramanca değerleri, artık insanların birbirine selam vermekten korktuğu bir çağın sensiz geçen her gününde daha fazla özleyeceğiz. Ama özlemimiz, bu değerleri kendi yaşamımızda sürdürmeye engel olmayacak. Ölümünü "Dosttan gelen bir selam" olarak kabullenmemize de. Bu selama karşılığımız, Dede Korkut'un kahramanlık hikayelerinin sonundaki sözler olabilir; zira kahramanlara böylesi yaraşır:

Onlar dahi bu dünyaya geldi geçti,
Kervan gibi kondu göçtü,
Onları dahi ecel aldı yer gizledi,
Ölümlü dünya gene kaldı.
Gelimli, gidimli dünya,
Sonucu ölümlü dünya...



10 Ocak 2019 Perşembe

Yeşilmişik...

Anadil öğrenimi, insana dair en karmaşık konulardan biridir. Düzenli olarak hiçbir dilbilgisi, anlambilim, sesbilim, v.b. kuralı öğretilmemesine rağmen bir çocuk, nasıl oluyor da eninde sonunda anadilinin neredeyse bütün inceliklerine hakim bir biçimde doğal ve akıcı konuşabiliyor? Hatta doğup büyüdüğü çevredeki insanların bazen saçma sapan cümleler kurmasına, dillerinin sürçmesine, onunla sürekli kaliteli iletişim kurmamalarına rağmen?

Dil ediniminin bu sorunsalı üzerine bilimsel alanyazında iki ana damar var denilebilir: Chomsky gibi bu durumun insana özgü doğal ve evrensel bir yeti olduğunu savunanlar ya da bunun insana doğanın bir lütfu olmayıp insanın çevreyle iletişiminin sonucu olduğunu varsayanlar. Chomsky'nin kuramına göre bir çocuk, evrensel ve doğal dil yetisi sayesinde karmaşık matematik problemlerinin içinden sıyrılırcasına dili öğrenir. İşin ilginç tarafı, çocuğun bu karmaşık süreçte yaptığı hatalar, dilin temel yapısına asla aykırı değildir. Yani bir çocuğun konuşması asla deli saçmasına benzetilemez. Hatta yaptığı hatalar, başka dillerde doğru olabilir. Örneğin İspanyol bir çocuğun İspanyolca söz dizimine göre kuraldışı bir konuşması, başka bir dilin söz dizimi kuralına göre doğru olabilir. Chomsky'nin aksi yönde düşünenlerse, onun olayı biraz basite indirgediğini savunurlar. Çocuk çevresiyle iletişim kurmadan, onu yetiştirenlerle konuşmadan dili öğrenemez. Burada çocuk, ona bahşedilmiş dil yetisinden değil, etrafındakilerin ona sunduğu dilden hareketle belli kalıplar dahilinde konuşur. Çocukla konuşan yetişkin, çocuğu anlayamadığında ona soru sorar, yeri geldiğinde onu düzeltir. Bu da çocuğa anadiliyle ilgili paha biçilemez veriler sunar. Ve çocuk bu veriler üzerine her geçen gün yenilerini ekleyerek dil öğrenme yolculuğuna devam eder. 

Çocuk yetiştirirken ister istemez bu kuramları anımsayıp acaba benim çocuğum Chomsky'nin bahsettiği bir yetiye mi sahip, yoksa ben mi onu konuşmalarımla şekillendiriyorum diye sormadan edemiyorum. Bizimki biraz geç konuşmaya başladı; ama bu duruma konu komşu, hısım akraba yukarıda özetlediğim kuramlarla değil; bambaşka bir açıdan yaklaşıyor: "Allah'tan ne zaman izin gelirse o zaman!"

Şu sıralar bir sözcüğü telaffuz edebilmesi için belli ki Allah'tan yeni izin indi. Kızım uzunca bir süredir bütün renkleri rahatlıkla söyleyebiliyordu; turkuaz ve lacivert gibi maviden ayırt etmesi güç görünebilecek renkler dahil. Ancak YEŞİL bir türlü kızımın renk kadrosunda yerini alamadı. Üstüne basa basa vurgulamamıza, defalarca rengi gösterip adını sormamıza karşın ya sessizlikle karşılık veriyordu bize, ya da "hı" deyip savuşturuyordu. Ne yaman çelişkidir ki, yeşil İslam'la özdeşleşen bir renk. Komşu-akraba kuramına göre önce bu renge Allah'tan izin gelmesi gerekmez miydi?

Neyse ki onca uğraşlar meyvesini verdi ve şimdi kızım adeta yeşil yeşil şakıyor. Ben de doyasıya soruyorum ona: Ağaç ne renk? Marul ne renk? Biraz Azeri Türkçesindeki "yahşi"ye çalarak coşkuyla YE-ŞİL diye hece hece bağırıyor. O YE-ŞİL diye cıvıldadıkça ben de Tanpınar'ın Beş Şehir'deki şu satırlarına doğru kanatlanıyorum:

Türkçede Ş ve L harfleri daima en güzel terkipler yapar. Yeşil dediğimiz zaman, âdeta bir çimen tazeliğini, bir palet üzerinde ezilmiş bir renk gibi, günün ve saatin bir tarafında bir bahar müjdesiyle toplanmış buluruz. Bu kelimenin ilk cetlerle beraber Orta Asya yaylalarının baharından geldiği o kadar belli ki...

Kızımın ağzından sıcacık bir YE-ŞİL daha çıkınca Bedri Rahmi'yle birlikte "Merhaba Yeşil" diyorum bıkmadan usanmadan :
...
Yeşile de deli gönül tümümüz
Yeşil bizim dünya ahret dostumuz
Muhabbet bir ekin ekip yeşertmek
Yeşil yeşil tütüp gitsin canımız

Yeşile de deli gönül merhaba
Erikler vişneler dutlar merhaba
Muhabbet bir ekin ekip yeşertmek
Sahipsiz yoncalar otlar merhaba

O YE-ŞİL dedikçe yeşeriyorum, çayır çimene karışıyorum, kanım yeşil dolaşıyor bedenimde. Türkçemin en güzel sözcüklerinden biri onun çocuk dilinde yeniden tatlanıyor, rengini buluyor. Sanki bir Can Yücel şiirinde akıyoruz birlikte:

Bir çift yaprakmış dalında yumuşacık
Tutmuşum tutmuşum ellerinden senin; 
Düşmüşüz yavaşça bir sakin derenin
İçindeymişik, yeşilmişik, sazmışık.