9 Ağustos 2018 Perşembe

Kemal Sunal üzerinden bir kuru gürültü

"Nüfusunun %99'unun Müslüman olduğu bir ülkede..." diye başlayan kaba saba ve çoğunluk tahakkümüne kapı aralayan genellemeyi yaşamınızda en az bir kez duymuşsunuzdur. Bu söyleme bayılanlar, Müslüman olmayan veya herhangi bir dine inanmamayı seçen yurttaşları %1'e sıkıştırıverir sanki onlara lütufta bulunuyormuş gibi. Sanki ellerinde bu yüzdeliklere ilişkin güvenilir veriler varmış gibi. Kemal Sunal ile ilgili son tartışma da bunu andırıyor. Kemal Sunal'ı sevdiğini iddia eden birileri, onun filmleriyle ilgili eleştiride bulunan bir kişiye "Nüfusunun %99'unun Kemal Sunal hayranı olduğu bir ülkede..." dercesine taarruz ettiler, daha arsız olanlar hakaretler yağdırdılar. Sözüne-kalemine güven duyduğum nice yazar, gazeteci, sanatçı da işi ortak değerler üzerinden ülkenin bölünmesine kadar götürdü. Vay efendim Kemal Sunal’a ne hakla "kötü" sıfatı layık görülürmüş. Oysa eleştiren kişi, Sunal'ın kişiliği üzerine değil, filmleri üzerine kendince yorum yapıyor.

Eleştiren kişinin dünya görüşünü asla paylaşmam; hatta kıyasıya eleştiririm de. Onun dışında kimdir, necidir, zerre kadar umurumda değil. Beni şaşırtan, insanları güldürme misyonuyla bu dünyada tatlı bir iz bırakmış Kemal Sunal üzerinden haber bültenlerine kadar sıçrayan akıl almaz bir tartışmanın yürütülmesi.

Yahu sinema filmleri ne ara tartışılmaz birer dogmaya dönüştü? Kemal Sunal'ın düşük bütçeli kimi filmlerini senaryo, kurgu, figürasyon gibi bileşenler açısından değerlendirirsek gerçekten rezalet. Saçmalığın daniskası rastlantılar ile halk kahramanı olması, filmlerin hep mutlu sonla bitmesi, Sunal’ın yer yer tekrara düşen oyunculuğu, vs.. gibi sayısız örnek verilebilir. Nitekim bir söyleşide Kemal Sunal'ın kendisi de kabul ediyordu bazı filmlerinin kalitesizliğini. Ama o saçma filmleri ben tekrar tekrar izledim. Televizyona gene çıksa gene izlerim. Canım sıkkın olduğunda, beni daraltan bir deli gömleğine dönüşmüş mantığımdan sıyrılıp o filmlerdeki deliliklere gülerek rahatlatıyorum kendimi. Zorluklardan bir süreliğine kaçıp basitliklerin limanına sığınıyorum; olay bundan ibaret. Öte yandan Sunal'ın nitelikli filmlerini de takdir ediyorum. Düttürü Dünya, Yoksul, Çöpçüler Kralı, Kapıcılar Kralı Türk sinema tarihi üzerine yazılan kitaplarda, yazılarda övgüyle anılır. İşte benim buradaki eleştirimden farklı bir açıyla ve daha sert biçimde görüşünü ortaya koymuş o kişi, ne var bunda?

Hal böyleyken eleştiriye değil; eleştirene “Zaten sen ocusun, zaten sen şucusun!” diye canhıraş saldırılıyor. Oysa önermeleri yüzeysel ve çürütülebilir; Sunal’ın filmleri sözüm ona izleyicilerin zihnine imamları, hocaları üçkâğıtçı olarak yerleştirmiş de, insanların zihnine büyük kötülük yapılmış. “Elinde bir psikolojik ya da sosyolojik bulgu mu var bacım?” diye kurcalamak yerine bağrışıyor herkes. Ayrıca bu kişinin düşüncesine takılıp gidersek Sunal’ın filmleri yüksek izlenme oranlarına rağmen son derece başarısız. İnsanlar hocalardan daima medet umdu, umuyor. Sunal’ın filmlerindeki sahtekar hacılar hocalar, Jet Fadıl gibi karikatürize bir tipin yanına yaklaşabilir mi sizce? Bitmedi; devlet de bu filmlerden medet umuyormuş insanları ideolojik olarak şekillendirmek için. Bir devlet düşünün ki, ucuz komedi filmleriyle halkının beynini yıkasın. Vay o devletin haline! Üstelik o filmler bu beyin yıkamayı başarabilseydi İslamcı partiler iktidar yüzü göremezdi.

Sunal’ın filmlerini sol görüşlü bir oyuncu eleştirseydi ya da mesela İlber Ortaylı yerden yere vursaydı, “Hmmm... Haklı olabilir aslında” diye ağız mı değiştirecektik? Tayyip Erdoğan rahmetlinin filmlerini methetseydi birileri beğenmeye devam edip geri kalanı nefret mi edecekti o yapımlardan? Tam tersi bir durum, Kılıçdaroğlu yorum yaptığında mı gerçekleşirdi yoksa Muharrem İnce mi? Şuraya yazıyorum: Ali Sunal, babasıyla ilgili duygusal bir paylaşım yapmayıp da “Bu eleştiriler o kişinin görüşüdür, bizi bağlamaz” diye kenara çekilseydi, babasının anısına sahip çıkmamakla hatta iktidar yağcılığıyla bile suçlanabilirdi. 

Görünen o ki, sosyal medya tam bir çevrimiçi meydan dayağı yerine dönüşmüş. Çoğulcu demokrasiden zaten bir halt anladığımız yoktu, tek bildiğimiz çoğunlukçuluk. Hadi ondan geçtim; hani engin hoşgörünün hüküm sürdüğü topraklardı buraları? Herkesin sosyal medya paylaşımlarında gerçek ya da sahte bir-iki Mevlana dizesi var; ne oldu onlara? Yaradılanı, kendi ideolojimizin bayraktarlığını yaptığı müddetçe mi Yaradan’dan ötürü seviyoruz? 

Buraya kadar yazdıklarım aslında basit bir olay üzerinden hemen 
birbirimize diş gıcırdatmaya hazır bulunduğumuzun kanıtı. Ne yazık ki aynı durum tüm kurumlarda ve insan ilişkilerinde bizi yıpratıyor. Akademik camiada, hukukta, eğitimde, sağlıkta, her yerde ve her an didişiyoruz. Toplumu bu duruma sorumsuz ve nobran siyasetçiler getirdiyse de, ateşe devamlı odun atan da bizleriz. Hem de büyük bir zevkle.

Öğretmenlikte kendime çıkardığım en büyük ders şu oldu: Hakikati söyleyen ağza kiminmiş diye bakılmaz. En umulmadık anda, en umulmadık bir öğrenci öyle bir ders verir ki! Silik, hayta, umursamaz, uyuşuk diye öğretmenin zihninde yaftaladığı bir öğrenci, gün gelir ona mesleğini öğretebilir! Hatta bunu zırvalayarak da yapabilir veya uçuk kaçık, çatlak bir fikirle de öğretmenin beyninde bir fikir kıvılcımı oluşturabilir. Sınıfı da toplumun cep aynası gibi düşünürsek, düşünce kalıplarımızı sarsan, kulağa sevimsiz gelen, en abuk sabuk görüşlere bile yaşam hakkı tanınmalıdır. Kimin ağzından çıkmış olursa olsun! Sözler hakaret ve iftira barındırmadıkça herkes her şeyi ve herkesi tartışabilmeli. Ne güzel sözdür: Hakikatin ışığı, fikirlerin çarpışmasından doğar. Aklı başında tartışarak bölünmeyiz; tam aksine çoğalırız. Ama film eleştirisiyle bile bölünüveriyorsak, emperyalizmin bizimle uğraşmasına çok da gerek yok.