Babama ve tüm savaşçı ruhlulara...
Sevdiğiniz sayı nedir? Uğurlu sayınızdan
bahsetmiyorum. Maddi bir çıkar beklentisiyle bağlandığınız bir sayı değil;
karşılıksız sevdiğiniz bir sayı olmalı. Benim var. Adı da sekiz.
İlkokulda tek ve çift sayıları
öğrendiğimden beri tek sayılara hep gıcık olmuşumdur. Hele asal sayılarla (1’den
ve kendisinden başka hiçbir sayıya bölünmeyen sayılarla) başım hoş değildir. Bencil ve kibirli bulurum onları. Oysa çift sayılar öyle midir ya? Kardeşçe
bölebilir, bölüşebilirsiniz. Tek basamaklı çift sayıların en güzeli ise
sekizdir bence. Bölüşmekte bereketli ve doğurgandır, toprak ana gibidir. İstirahatte bile boş durmaz; yatay haldeyken sonsuzluğa evrilir. Üstelik sekizi telaffuz ederken dişleriniz
görünür. Sizi gülümsemeye mecbur eder neredeyse.
Velhasıl çocukluğumdan beri bu
anaç rakamı sevdim. Ve yıllar sonra yine onun sofrasındayım. Neden derseniz,
doktora eğitimim sekiz yıl sürdü ve bu sekiz yılın sonunda, 2018 yılında tezimle taçlandırdım
eğitimimi.
Gelelim asıl meseleye. "Bir insan ömrünü neye vermeli?" diye başlar Zülfü Livaneli'nin "Eski Tüfek" şarkısı. Biz de bu soruya yanıt bulmak için başka sorulara doğru yol alalım. Ömrümden sekiz yıl ders çalışarak aktı gitti. Benim daha kaç sekiz yıla ulaşma şansım var? Bunun hiçbir garantisi, senedi yok. Varsayalım Yaradan bana ömür bahşetti ve birkaç sekiz yıl daha yaşadım. Peki doktora çalışmalarıyla geçen sekiz yılın gençlik enerjisinin yerini tutar mı gelecek sekiz yılların enerjisi? Sanmıyorum.
Buradan, gençliğimin en güzel yılları ders çalışmakla geçti diye hayıflanıyormuşum sonucunu çıkarmayalım. Ama şunun hesabını kendime vermeliyim: Gerçekten değdi mi? Araştırmamı bilime sunduğu katkı açısından değerlendirmek amacıyla sormuyorum bu soruyu. Zaten yeri de burası değil. Bu yazıda benim derdim kendimle. Yani sekiz yıl önceki Sevgi'den ne kadar farklıyım?
Sayısız makale ve kitap okudum. Bir eğitimci ve araştırmacı olarak ne denli eksik olduğumu öğrendim. Zırcahillikten cahilliğe yükselmiş olabilirim. Ancak tez, bittiği yerde yeniden başlıyor! Yani “Dr” unvanı almak, onun hakkını vermeyi gerektiriyor. Daha çok okumalı, daha iyi bir eğitimci olmalıyım. Sade suya tirit makalelerle puan toplamak için değildir bu çaba, akıttığım onca ter ve gözyaşı!
Peki bu unvan ve mesleki etiketlerden bağımsız olarak, insan Sevgi’ye ne oldu? Sekiz yıl boyunca yaz-kış, gece-gündüz, ilmek ilmek dokuyarak araştırma yapmanın zorlukları bir yana; kendi hayatımdaki çıkmazlarım, hastalıklar, yavrumu büyütme uğraşım beni epey sarstı. Ağlaya ağlaya bilgisayar karşısına oturup “Bu tez yazılacak!” diye tiyatral bir edayla kendime komut vermişliğim de olmuştur. Ancak bana asıl ders; tez yazımının en yoğun süreciyle evladımın doğumu ve babamın tedavi sürecinin kesişmesiydi. Önce bocaladım; sonra kendime şu müjdeyi verdim: Hayat kimin gül hatırı için düz ve sıkıcı bir çizgide akıp gitmiş ki, sana bu lüksü ikram edecek? İşte bu yüzden ne zaman bunaldıysam, babamın kanserle mücadelesini ayna kıldım kendime. Ne zaman yorulduysam, kızımı emzirirken güç depoladım. Bu duygu karmaşasının en somut sonucu, tez savunmasından sonraki cübbe giyme töreninde babamla fotoğraf çektirdiğimizde gözyaşı dökmemdir. Mutluluk mu, gurur mu, yorgunlukların infilak etmesi mi, hüzün mü; hâlâ bilemiyorum nedenini. Belki de hepsi.
Fotoğrafa Edip Cansever'in "İkilemler" şiirinden bazı dizelerin eşlik etmesini istiyorum:
Bu gözyaşları benim mi
Camdaki yağmur taneleri mi yoksa?
Acıyla sevinç de
Birbiriyle içiçe mi
Terketmeden biri ötekini?
Mutsuzluk mutluluğu örerken
Masmavi bir boyun atkısı gibi?
...
Kısacası, bu çalışmanın bana getirdiği en önemli kazanım, kendimi tanımama beni biraz daha yaklaştırması oldu. Bu bakımdan, Türkçenin ulu çınarı, nahif ozanı Yunus Emre'nin kendime şiar edindiğim "İlim kendin bilmektir" dizesini yaşamıma katmışım gibi hissediyorum. Ben de şöyle özetleyebilirim yaşadıklarımı:
Sonsuz bilim deryasına bir damla bıraktım.
Kimseye anlatamadıklarımı sayfalara akıttım.
Hepsini gözyaşımda damıttım.
Gözyaşlarım, kitap arasında kurutulan çiçekler gibi
Gün ışığına çıkacakları ânı beklediler.
Sonunda hepsi okuyanların üzerine yaprak yaprak döküldüler.
Okuyanlar sandılar ki o satırlarda beş öğretmenin öyküsünü yazdım.
Aslında ben kendimi hem okudum hem de yazdım.