Vatan sağ olsun!
Vatan sağ olsunmuş. Babalar, evlatlar, kardeşler, eşler, sevgililer, yeğenler, akrabalar, arkadaşlar sağ olmalıydı ki, bu vatan sağ salim kalabilsin. Biz ölelim, siyasal erk sahiplerine yalnızca sağ kalma temennisini dilemek düşsün, öyle mi? Onlara iktidarın yolları, bize kurşunlar, öyle mi?
Saldırıların intikamını alacaklarmış. Bu lumpen kabadayı ağızlarından da illallah geldi. Devlet tedbir alır; intikam değil.
Şilili şair Neruda'dan bir dize düşüyor aklıma: "Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde". Biz bir türlü doğamıyoruz işte. Boğuluyoruz, dibe çöküyoruz; fakat hâlâ kör tevekküldeyiz. Bu felaketler sağanağından bir fikrî uyanış doğmuyor. Ölümlerimize sebep, yalnızca lânetli adları anılan örgütler olsaydı çok daha kolaydı iş. Ancak o büyük dehanın Gençliğe Hitabesi'nde işaret ettiği gibi "şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhid edenler" var işin içinde. "Gaflet, dalâlet ve hatta hıyanet içinde" bulunanlar var. Yurt içinde (örn: Dolmabahçe) ve dışında (örn: Oslo) kapalı kapılar ardında pazarlık yapanlar, büyük Ortadoğu projesinin eş başkanlığının kapısında kuyruk olanlar var.
Bütün bunları okuyup, bilip dururken "ateş düştüğü yeri yakar" atasözü, o malûm dokunmayan yılanla ilgili atasözü kadar incitici geliyor bana. Ateş, düştüğü yeri yakmasın yalnızca. Ateşin düşmediği hanelerdeki gözleri de ışığa boğsun, vicdanları tutuştursun. İliklerine kadar anti-emperyalist olmadan, Atatürk'ün birikimine sırt çevirerek bu kan coğrafyasında var olma savaşını veremeyeceğimizi anlatsın.
Gülüp eğlenmekten çekinmek şöyle dursun; bunca genç cenazenin arasında gündelik hayatımızdaki "sıralı ölümler"imize bile üzülmekten utanır duruma düşmeden önce bunları hatırla ey okur...