Sayısını hatırlayamayacağım kadar pedagoji kitabı okudum. Sayısını hatırlayamayacağım kadar çocuk yetiştirme üzerine program izledim, sohbet dinledim. Bazılarını dinlerken “aman unutmayayım, lâzım olur” diye notlar aldım. Sayısını hatırlayamayacağım kadar terapistle kendim ve kızım için görüştüm. Şimdi size bunca okuyup dinleyip kafa salladıktan sonra anneliğimin vardığı noktayı aşağıdaki alıntıyla özetleyeceğim:
"Yavru kurt, annesine büyük bir saygı besliyordu. O, et bulabiliyor ve de onun payını asla unutmuyordu. Üstelik o hiçbir şeyden korkmuyordu. Yavru bu korkusuzluğun tecrübe ve bilgiye dayandığını anlayamıyordu. Bu ona sanki gücün etkisi geliyordu. Annesi onun gözünde gücün simgesiydi; büyüdükçe bu gücü, onun gittikçe sertleşen pençe darbelerinde ve burnuna hafifçe dokunuşlarının yerini alan etkili diş darbelerinde hissediyordu. Bu yüzden de saygı duyuyordu annesine."
Hani her insanın yaşamında en az bir kez alnına hafif bir fiske vurup "Tabii ya! İşte bu!" dediği anlar olur ya, Jack London'ın “Beyaz Diş” kitabındaki bu satırlarla karşılaştığımda ben de "Tabii ya, ben daha hangi anneliğin peşindeyim?" diye sordum kendime. Ben bu satırlardaki gibi tatlı-sert anneliği seviyorum. Ben, Batılı pedagoglardan çevrilme, onların “fazlaca gelişmiş ülke” ikliminin yansıması bir dille biz gelişmemişlere(!) örnek gösterilen serinkanlı konuşma biçimlerinden hazzetmiyorum. Benim yavrumla ilişkimde, yavru kurdun annesine duyduğu saygı gibi saygı ve annenin yavruyu yola getirmek için onu ara sıra ısırdığı annelik gibi bir annelik var. Bu ilişkide yer yer atışma da var, taşkın sevgi de var. Yazımın başında belirttiğim hal üzere haddinden fazla bilgiyle içimi şişirince nefes alamıyorum, annelik sezgilerimi dinleyemiyorum. Zira o kadar çok -meli/ -malı sesleri fısıldaşıyor ki iki kulağımın arasında, o yöne mi döneyim, bu yöne mi gideyim şaşırıp kalıyorum. Oysa “Kurtlarla Koşan Kadınlar” adlı şahane eserinde Clarissa Estés sezgilerin ne kadar kıymetli olduğunu hatırlatıyor:
"Bir anne, kızına kendi sezgisinin doğruluğuna güven duyma hissinden daha büyük bir kutsama veremez. Sezgi, ana babadan çocuğa en basit şu şekilde aktarılır: "Değerlendirme gücün iyi. Bütün bunların ardında gizlenmiş duran şeyin ne olduğunu düşünüyorsun?" Sezgiyi akılcı bir temeli olmayan, yanlış sonuçlara götüren bir yetenek olarak tanımlamak yerine, gerçekte ruh sesinin konuşması olarak tanımlamak daha doğrudur. Sezgi, gidilecek doğrultular arasında en çok işe yarayanları hisseder. Benliği koruma gücüne sahiptir, altta yatan motifleri ve niyetleri anlar ve psişede en az düzeyde parçalanmaya yol açacak olanları seçer."
Anne-babalıktan bahsederken habire kurtlardan dem vurdum ama son zamanlarda edebiyattan beslendiğim kadar pedagoji kitaplarından beslenmediğimi belirtmeliyim. Evet, suçumu itiraf ediyorum: Çocuk yetiştirme kitaplarından ve sohbetlerinden artık sıkılıyorum. Öte yandan uzmanlardan akıl almayı tamamen bırakamıyorum da. Ancak yeni hedefim onları daha az dinlemek, katılmadığım yerlerde de coşkuyla "Hadi canım sen de!" diyebilmek. Tam bu noktada, Cemal Süreya'nın “Sigarayı Bırakanın Şiiri” adlı kısacık şiiri aklıma geliyor:
Eskiden birinci işimdi sigara içmek
Şimdiyse içmemek birinci işim.
Benim de artık birinci işim uzmanlardan önce kendimi ve kızımı dinlemek; hemen kitaplara, sosyal medyanın akıldânelerine ve arama motorlarına dadanmamak.
Bazı çocuk yetiştirme önerilerinin benim için neden can sıkıcı olduğunu birkaç örnekle açıklayayım. Mesela kimi uzmanlar çocuğunuzu öperken ondan izin alın diye buyuruyor. Ben yavrumu koklamak için günde elli kere matbu dilekçe mi dolduracağım Allah aşkına!…
Başka bir örnek daha vereyim. Pedagoji kitaplarında sıklıkla önerilen bir "yansıtma yöntemi" vardır. Onun dili de bana fazla Batılı ve çeviri tatsızlığında geliyor. Yansıtma yönteminde çocuğunuzun duygularına ayna tutuyorsunuz ve bir ayna ona baktığınızda sizi size nasıl yansıtıyorsa siz de onun gibi çocuğunuza akıl vermeden, onu yargılamadan yalnızca onun söylediklerini ona tekrarlıyorsunuz. Örneğin, çocuğunuz size okulda birisiyle kavga ettiğini ve çok kızdığını söyledi. Bu yönteme göre vereceğiniz cevap şöyle olmalı: "Arkadaşlarınla kavga ettiğin için kızgın hissediyor olmalısın." Bu tam bir Norveçli cevabı değildir de nedir? Çocuğun okulda kavga etmiş, çocukluğunun tarihi bir anını yaşıyor ve sen tutanak tutan bir memur sıkıcılığında diyorsun ki "Hmm.. kızgınsın."
Şimdi ise bunun tam tersi bir duyguyu içeren bir örnek vereyim. Yine çocuğunuz okuldan geldi ancak bu kez pür neşe. Size sevinçle bağırarak dedi ki "Anneeee / babaaaa!... Öğretmen bana aferin dedi, defterime de yıldız yapıştırdı!" Ve tabii ki senin cevabın serinkanlı bir Danimarkalı ebeveynin fiyakalı tavrını muhafaza ederek şöyle olmalı: "Harika hissediyor olmalısın!"
Yahu şu cümleler İngilizcede tahmin ifade eden "must" yapısı kokuyor buram buram… Sözgelimi ben bir arkadaşıma feryat figan derdimi döksem ve bana "üzgün hissediyor olmalısın" dese, onun yüzüne "Ne saçmalıyor bu?!" diye bakarım ve yürür giderim. Onu dinleyeceğime duvarla konuşurum daha iyi!
Elbette eğlenmek için abartıyorum ve bu yöntemin altında yatan eğitsel niyetin farkındayım; ama olmuyor, benim Türk annesi aklıma yatmıyor bu cümleler. Çünkü ben ayna değilim. Bende de cam kırıkları var. Hayat mücadelesinde rolünün hakkını vermeye çabalayan bir insanın hem coşkusu, hem hüznü var. Yeri geldiğinde çocuğuma akıl veresim de var, "amaaan boş ver" diyesim de var.
Çocuğum doğdu doğalı bende süregelen durum şuydu aslında: Uzmanların birikimlerine hürmetimden ötürü onları sorgulama haddini kendimde bulamadım. "Sen onlardan daha mı iyi bileceksin Sevgi?" sorusunu sordum yıllarca. Ama artık onun yerine şu cümleyi gönül rahatlığıyla kurabiliyorum: "Kim beni ve kızımı, benden ve kızımdan daha iyi bilebilir ki?" Üstelik her uzmanın farklı bir ekolden geldiğini ve onların da kendi aralarında ayrıştığını düşünürsek çık işin içinden. Yine bir örnekle izah edeceğim.
Bir ara sanki yeterince derdim yokmuş gibi psikolog ve psikiyatrların yazdığı kitapları peş peşe okuma çılgınlığını yaptım. Bunlardan ikisi Jordan Peterson'ın Hayat için 12 Kural ve Gabor Maté'nin Normal Efsanesi kitaplarıydı. Bu yazarların yaklaşımları oldukça zıt. Peterson ebeveynlikte otoriter bir tutum yanlısı. Konuşmalarını biraz dinlerseniz ne demek istediğimi daha iyi anlayabilirsiniz. Duruşu, bakışı, ses tonuyla bile dediğim dedik çaldığım düdük havasında. Maté ise ilişkilere şefkat ve anlayış temelinde yaklaşıyor. Önce Peterson'ı okudum. Kitabındaki birçok satırın altını çizdim; çünkü adama hak vermiştim. Sonra Maté'yi okudum. Kitabındaki birçok satırın altını çizdim; çünkü adama hak vermiştim.... Sonra... bir dakika... Eee, ben iki yazara da hak verdim. Şimdi hangi yolu takip edeceğim? Altını çizdiğim hangi cümlelerin bana ve kızıma iyi geleceğini sezinliyorsam onları.
Diyelim ki elimizde bir yemek tarifi var ve biz o yemeği ilk kez yapacağız. Yani şimdilik biz o tarifin acemisiyiz. Elimiz malzemelere giderken gözümüz de sürekli tarifte yazılı olan miktarlardadır. Malzemeleri tariftekine göre harfiyen kullanmaya gayret ederiz. Ama zamanla o yemekte ustalaştıkça bizim için “göz kararı” başlar ve sezgiler devreye girer. Hatta an gelir, tarifi farklı tatlarla çeşitlendirme cesaretine kavuşuruz.
Tıpkı bir yemeği tarifine uyarak yapar gibi evladındaki tanrısal malzemeyi en iyi şekilde yoğurma çabasıyla gözünü kitaptan ayırmayan ebeveynin de bir "göz kararı" zamanının geleceğine inanıyorum ben. Önceki paragraflarda dalga geçtiğime bakmayın; elbette kitaplara ve uzmanlara teşekkür borçluyuz. Örneğin bir Doğan Cüceloğlu'nun veya Atalay Yörükoğlu'nun bu topraklardaki anne babalara etkisi az mıdır? Ancak az önce verdiğim örnekteki gibi fazlaca okuyup izleyip kafamız karıştığında veya evladımızla her anlaşamadığımız anda kendi kendimizin celladı olmayalım. "Çocuğunuza sesinizi yükseltmeyin", "Ona hadi demeyin", "Sözlerinizi 'sanırım' gibi kelimelerle yumuşatın" diye diye habire el yükselten uzmanlara da yeri geldiğinde "Hadi canım sen de!" deyip geçelim.
Bizim görevimiz, çocuğumuza dikensiz gül bahçesi yaratmak değil. Çocuğumuz bizim aciz hallerimize şahitlik edecek. Çocuğumuz dışarıda da bağıran, kavga eden ve küfreden insanları görecek. Bunlar okulda öğretilmeyen hayat bilgisi müfredatına dahildir. Hatta bana kalırsa çocuğumuzun ileride bizim hangi özelliğimize teşekkür edeceğini bile yüzde yüz bilemeyiz. Bugün titizliğimize gıcık olan çocuk, yarın bir ödül töreninde konuşma yaparken “Başarımı annemden/babamdan aldığım disipline borçluyum” da diyebilir.
Son olarak, madem bu kadar satırı sabırla okudun sevgili okurum… Bu yazıdan sonra akılda kalabilecek naçizane öneri olarak çocuğumu yetiştirirken iki sarsılmaz ilkemden bahsedeyim. Çocuk yetiştirme dedim ama aslına bakarsan, yetişkinlerle ilişkimde de aynı çizgiyi takip etme gayretindeyim.
1. Derdiyle hemhâl olmak için onu dikkatle dinlemek ve çözüm yollarını birlikte aramak.
2. Çocuğumun yalnızca başkalarının yanında değil; baş başayken de haysiyetine saygı göstermek. Hatalı davranışı eleştirmek; ama şahsiyete dil uzatmamak.
Çocuğuyla ilgili küçücük bir olumsuzlukta içindeki nöbetçi mahkemede kendini acımasızca yargılayan ve mahkum eden bir ebeveyni ne zaman görsem onlara Üstün Dökmen hocanın şu sözünü söyleyesim gelir: “Anne-babaların sayılabilir hataları, sayılamayacak kadar iyilikleri vardır.”
Not: Uzmanlarla dalga geçtikten sonra yine bir uzmandan alıntı yaparak yazımı bitirdim ya, ben iflah olmam!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder