11 Eylül 2025 Perşembe

Gül Hoca'ya veda

Gül Durmuşoğlu Köse

2000'li yılların başı üniversite yıllarımdı. 3. sınıftaydım. O zamana değin aldığım derslerle İngilizce öğretmeni olma fikrine yavaştan ısınmıştım; fakat bir yandan da dilbilim ve öğretim metodolojisi içeriklerini yoğun bir şekilde hatmettikçe edebiyata acıkan tarafım farklı bir seçmeli ders alma derdindeydi. İşte o zaman "İngilizcede Türk Edebiyatı" dersi ve Gül Hoca karşıma çıktı. Anadolu Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği bölümünde okuyanlar bilir; Yeşilçam’ın nasıl dört yapraklı yoncası olarak addedilen kadın oyuncuları varsa, bizim bölümün de efsane kadın profesörleri vardı ve Gül Hoca onlardan biriydi. Öğrenciler biraz da saygıyla karışık çekinirdi ondan. Zira Ankara DTCF mezunu, İngiltere'de lisansüstü eğitimini tamamlamış ve Oxford'da ders vermiş, muazzam birikimi ve o birikimle doğru orantılı olarak akademik titizliği had safhada olan bir hocanın öğrencileri hafiften ürkütmesi doğaldı. 

Bende de bu ürküntü ve edebiyat tutkusu çarpıştı bir süre. Ancak Allahtan "En kötü ne olabilir ki? Dersten kalsam bile Gül Hocadan dersimi aldım diye artistlik yaparım" diyen bir cüretkar sesin peşinden gittim ve iyi ki gitmişim. Ve yine ne mutlu bana ki, yalnızca küçük bir grup "babayiğit" seçmişti dersi ve bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda öğrenciyle bir masanın etrafında haftalık edebiyat sohbeti yaparcasına ders işliyorduk. Derste Türk edebiyatı klasiklerini önce özgün dilinde okuyup ardından İngilizce çevirilerini yorumluyorduk. Tabii buna eşlik eden çeviribilim, kültürlerarası farklılıklar, sosyoloji, siyaset, tarih ve edebiyat dedikoduları üzerine tadına doyulmaz sohbetler de cabası. 

Yüksek lisans için başka bir üniversiteyi tercih ettiğimde ve ondan referans mektubu almak için kapısını çaldığımda hiçbir kapris yapmadan ve seçimimi sorgulamadan benim için mektup yazmıştı. Onun mektubunun da katkısıyla istediğim üniversiteden kabul aldım. Doktora eğitimim için yuvaya geri döndüğümde Gül Hoca'dan ders almayı görev bildim. Zaten Gül Hocasız bir doktora eğitimi düşünemedim, düşünülemezdi. Ancak bu kez derslerinde yükümüz ağırdı. Verdiği ödevler yoğun, beklentileri yüksekti. Şu cümlesi hâlâ kulaklarımdadır: "Bir akademisyenin mesleki yaşamında iki zorlu dönemeç vardır: Biri doktora, öbürü doçentlik". Anlayacağınız dostlar, yiyorsa yeltenin bu işe...

Akademik geçmişi üzerine yazılacak birçok ayrıntı vardır elbet; ancak ben onun öğrencilerine "evlat" diye seslenen anaç yaklaşımını, öğrencilerine ikramlarını ve iyiliklerini, tatlı-sert otoritesini, hoş sohbetini, fularlarını, yüzüklerini ve en çok da kül yutmayan dikkatine eşlik eden ters köşe sorularını anmak isterim. Bir çalışmayı beğenmediğinde "Shall we buy this?" cümlesini Türkçeye ancak "Biz de bunu yedik!" olarak çevirebilirdiniz. Ardından şen bir kahkaha patlatırdı... Tabii siz öğrenci olarak başarısızlığınızla orada kıvranırdınız, o ayrı. 

Adını işittiğimde hissettiğim heybete zıt bir tevazu sahibiydi. Örneğin ben hiçbir dersinde onun rüştünü ispatlama, başarılarını göze sokma çabasına giriştiğini görmedim. Kimi  eğitimcilerin düştüğü bir tuzak olan öğrencilere şirin görünmek için onların suyuna gitme talihsizliğini de Gül Hoca'da bulamazdınız. Eğitmeyi sevilmeye tercih eden bir hocaydı. Ben de bir eğitimci olarak İngilizce öğretmeni adayı öğrencilerime bunu işlemişimdir: Öğrencileriniz size ve ilkelerinize yeri gelecek, gıcık olacak. Bırakın olsunlar. Bunu göze alanlar gerçek öğretmenlerdir.

Öğretmenler deyince... Yaşamınıza konuk olan öğretmenleri şöyle bir düşündüğünüzde bazılarını anımsayamazsınız bile! Olur da bir sınıf arkadaşınız isimlerini zikrederse; önce gözlerinizle yeri, zihninizle anıları tarayıp beyninizin en tozlu köşesine daldıktan sonra "Haaa, o muydu?" deyip adını bile o köşeden güç bela çıkaracağınız birçok öğretmeniniz olmuştur. Öğrencilerinde hiçbir iz, yanlarında taşıyacağı hiçbir söz bırakmadan. 

Bazı öğretmenlerin de şahsiyeti, sınıfa kendisinden önce girer, sınıftan çıktıktan sonra öğrencilerde kalan izlerle varlığını sürdürür. Gül Hoca da benim için böyle bir eğitimciydi. Hatta fakültedeki anma töreninden sonra ayaküstü sohbet eden herkes Hocanın ani vefatının yarattığı şaşkınlığı konuşurken bir hocamız dedi ki: "Gül Hoca nasıl ölür ya?!"

Gül Hoca nasıl olur da ölür?... Bu sorunun en güzel ve belki de ona en çok yakışan yanıtını ben Shakespeare'in "Beğendiğiniz Gibi" oyunundaki o ünlü repliklerde buldum:

Bütün dünya bir sahnedir
Ve bütün erkekler ve kadınlar yalnızca birer oyuncu
Girerler ve çıkarlar

Gül Hoca, bu sahnede rolünü şanına yaraşır şekilde oynadı ve sahneden çekildi. Biz de, onun bize kattıklarıyla bu sahnenin tozunu yutanlar, yani öğretmenliğe ve hayata sımsıkı sarılanlar rolümüzü oynamaya devam edeceğiz. 

Şair Yahya Kemal'in deyişiyle "ölüm âsûde bahar ülkesi" ise, Gül Hocamızın o ülkenin en çiçekli beldesinde dinlenmesini diliyor ve anısı önünde saygıyla eğiliyorum. 

15 Ağustos 2025 Cuma

Yaşasın tahtakuruları!

Bazı insanlar vardır; bulunduğu ortamda “Limon!” kelimesini duyduğu anda yüzü ekşir. Sansürün suyunu çıkarmış Sultan Abdülhamit'in de duyduğu anda yüzünü ekşiten kimi kelimeler vardı. Hürriyet, istibdat gibi politik kavramları geçin; örneğin "yıldız" kelimesi Yıldız Sarayı'nı çağrıştırdığı, "burun" kelimesi Sultan'ın burnunu anımsattığı için basının yasaklı kelimeler listesindeydi. Hatta öğrendiğimde çok şaşırdığım, bir diğer sansürlenen kelime ise "tahtakurusu" olmuştur. Neden derseniz... Sultan'ın vesvese ettiğine göre tahtakurusunun "Tahtın kurusun!" diye anlaşılma ihtimali varmış devr-i Abdülhamit'te. 

Aslına bakarsanız, yalnızca siyasal sahada değil; günlük yaşamımızda da otosansür uyguladığımız, adını açıkça veremediğimiz kimi sözcükler vardır. Etrafından dolanmayı tercih ederiz. Üç harfliler, iyi saatte olsunlar, nazar değmemesi için güzele güzel demek yerine çirkin demek gibi örnekler verilebilir.

Yıllar önce bir ilçede öğretmenlik yaparken İngilizcedeki domuz sözcüğünün Türkçe karşılığını benden duyunca bir öğrencim, "Aman hocam, öyle açık açık söylemeyin, çok günah!" deyip sınıfın karşısında beni günahımla baş başa bırakmıştı. Tersi bir durum da, kişinin yaşamında hoşnut olduğu durumlardan bahsettikten sonra nazar değmesinden korkup "Dilini ısır!" diyerek kendisini uyarması olabilir. Yani otosansür uygulamıyorsan kendine ceza kesmelisin.

Hepimizin bildiği gibi, sansürün yaslandığı duygu korkudur. İster dev bir imparatorluk yönetin, ister yaşantınızı kem gözlerden korumaya çalışın; sansür uygularken de korkarsınız, uygulamazken de korkarsınız. Ölüp ölüp dirilirsiniz. Oğuz Atay'ın "Korkuyu Beklerken" öyküsünde "Bütün korkaklar gibi hem ölüyordum, hem diriliyordum. Onyüzbin canlı oluyordum" diye yazdığı üzere, durduk yerde çoğalan bir canlıya dönüşebilirsiniz. 

Oğuz Atay'dan aldığımız ilhamla, aksini düşünelim: Her korktuğunuzda eksildiğinizi. Bir organınız veya uzvunuz fırlayıp çıkıyor ve sizden ayrı bir canlı gibi davranıyor. Bir gün uyanmışsınız, dalağınız zıplayarak baş ucunuza konmuş, sizi izliyor... Başka bir gün yüreğiniz "Yetti bu çarpıntılar, yetti bu korkunun maraton koşusu; ben gidiyorum!" deyip bavullarını ve kapakçıklarını toplayıp yola koyulmuş... Sizin "Hay dilimi eşek arısı soksun!" dediğiniz diliniz yıllardır ağzınızın karanlığında namusluca görevini yapmasına rağmen cezalandırılmaktan bıkınca... Hop! Bir bakmışsınız, usulca yere inmiş ve size oradan nanik yapıyor!

Dışarı çıktığınızda manzaranın çok da farklı olmadığını görebilirsiniz. Caddelerde, ağaç dallarında, çatılarda, bacalarda, iş yerlerinde, okullarda, devlet dairelerinde, aklınıza gelen gelmeyen her yerde... Korkan her bireyin ondan firar etmiş bir parçası var! Yolda adım atmak istediniz; ayağınıza bir çift göz takılıyor. Siz onları ezmemek için dehşetle kenara çekilirken yanınızda bir el beliriveriyor. El, ısrarla bir yeri işaret ediyor. Konuşamıyor; ama ısrarını işaret parmağının inatçı titreyişinden anlamak mümkün. Parmağın gösterdiği yöne doğru gidiyorsunuz. Uzun bir yol bu, belli... Parça parça, organ organ küçük insancıklarla dolu, kan revan içindeki yolda yürürken aklınıza ne hikmetse Nâzım Hikmet'in "Zafere Dair" şiirinin dizeleri geliyor:

Varılacak yere
                kan içinde varılacaktır.
Ve zafer
          artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar
                                                   tırnakla sökülüp
                                                                   koparılacaktır...

Korkuya alışmış bünyenizden hafif bir ürperti geçiyor ama Allahtan beyniniz henüz sizi terk etmedi. Her ne kadar şiiri bağıra bağıra söyleyecek diliniz artık sizinle olmasa da, zihninizin kapalı kutusunun rahatlığında dizeleri hücrelerinizle mırıldanabilirsiniz.

Yürüye yürüye tükenen gecelerin sonunda, ağarmakta olan bir tan yeri karşılıyor sizi. Orada yere saçılmış insan parçaları yok. Orada herkes bütün. Herkes özgürce şarkısını söyleyebilir, yazısını yazabilir, kavga etmeden tartışabilir. Demir parmaklıklar, işten atılmalar, iftiralar, tehditler ve sürgünlerin olmadığı, emekle kurulan ve adaletle korunan bir dünya bu. 

Dilinizin boş bıraktığı ağzınız açık halde bu dünyayı tüm ihtişamıyla seyrederken yine aklınıza Nâzım Hikmet düştü iyi mi! Burası tam da "gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan / ekmek, gül ve hürriyet günleri"nin yaşandığı dünya değil mi? Evet! Sizi şimdilik yalnız bırakmamış ayağınızla tam üstüne bastınız! Her şey iyi güzel de, burayı kim işaret etti size? O öfkeli el, kimin eliydi acaba?... Tahtakurusunu yazmaya varamamış eller mi? O halde yaşasın tahtakuruları! 

(Ayna Dergisi’nin 7. sayısında yayımlanmıştır)

19 Nisan 2025 Cumartesi

Kitâbi anneliğe veda

Sayısını hatırlayamayacağım kadar pedagoji kitabı okudum. Sayısını hatırlayamayacağım kadar çocuk yetiştirme üzerine program izledim, sohbet dinledim. Bazılarını dinlerken “aman unutmayayım, lâzım olur” diye notlar aldım. Sayısını hatırlayamayacağım kadar terapistle kendim ve kızım için görüştüm. Şimdi size bunca okuyup dinleyip kafa salladıktan sonra anneliğimin vardığı noktayı aşağıdaki alıntıyla özetleyeceğim:

"Yavru kurt, annesine büyük bir saygı besliyordu. O, et bulabiliyor ve de onun payını asla unutmuyordu. Üstelik o hiçbir şeyden korkmuyordu. Yavru bu korkusuzluğun tecrübe ve bilgiye dayandığını anlayamıyordu. Bu ona sanki gücün etkisi geliyordu. Annesi onun gözünde gücün simgesiydi; büyüdükçe bu gücü, onun gittikçe sertleşen pençe darbelerinde ve burnuna hafifçe dokunuşlarının yerini alan etkili diş darbelerinde hissediyordu.  Bu yüzden de saygı duyuyordu annesine."

Hani her insanın yaşamında en az bir kez alnına hafif bir fiske vurup "Tabii ya! İşte bu!" dediği anlar olur ya, Jack London'ın “Beyaz Diş” kitabındaki bu satırlarla karşılaştığımda ben de "Tabii ya, ben daha hangi anneliğin peşindeyim?" diye sordum kendime. Ben bu satırlardaki gibi tatlı-sert anneliği seviyorum. Ben, Batılı pedagoglardan çevrilme, onların “fazlaca gelişmiş ülke” ikliminin yansıması bir dille biz gelişmemişlere(!) örnek gösterilen serinkanlı konuşma biçimlerinden hazzetmiyorum. Benim yavrumla ilişkimde, yavru kurdun annesine duyduğu saygı gibi saygı ve annenin yavruyu yola getirmek için onu ara sıra ısırdığı annelik gibi bir annelik var. Bu ilişkide yer yer atışma da var, taşkın sevgi de var. Yazımın başında belirttiğim hal üzere haddinden fazla bilgiyle içimi şişirince nefes alamıyorum, annelik sezgilerimi dinleyemiyorum. Zira o kadar çok -meli/ -malı sesleri fısıldaşıyor ki iki kulağımın arasında, o yöne mi döneyim, bu yöne mi gideyim şaşırıp kalıyorum. Oysa “Kurtlarla Koşan Kadınlar” adlı şahane eserinde Clarissa Estés sezgilerin ne kadar kıymetli olduğunu hatırlatıyor: 

"Bir anne, kızına kendi sezgisinin doğruluğuna güven duyma hissinden daha büyük bir kutsama veremez. Sezgi, ana babadan çocuğa en basit şu şekilde aktarılır: "Değerlendirme gücün iyi. Bütün bunların ardında gizlenmiş duran şeyin ne olduğunu düşünüyorsun?" Sezgiyi akılcı bir temeli olmayan, yanlış sonuçlara götüren bir yetenek olarak tanımlamak yerine, gerçekte ruh sesinin konuşması olarak tanımlamak daha doğrudur. Sezgi, gidilecek doğrultular arasında en çok işe yarayanları hisseder. Benliği koruma gücüne sahiptir, altta yatan motifleri ve niyetleri anlar ve psişede en az düzeyde parçalanmaya yol açacak olanları seçer."

Anne-babalıktan bahsederken habire kurtlardan dem vurdum ama son zamanlarda edebiyattan beslendiğim kadar pedagoji kitaplarından beslenmediğimi belirtmeliyim. Evet, suçumu itiraf ediyorum: Çocuk yetiştirme kitaplarından ve sohbetlerinden artık sıkılıyorum. Öte yandan uzmanlardan akıl almayı tamamen bırakamıyorum da. Ancak yeni hedefim onları daha az dinlemek, katılmadığım yerlerde de coşkuyla "Hadi canım sen de!" diyebilmek. Tam bu noktada, Cemal Süreya'nın “Sigarayı Bırakanın Şiiri” adlı kısacık şiiri aklıma geliyor:

Eskiden birinci işimdi sigara içmek
Şimdiyse içmemek birinci işim.

Benim de artık birinci işim uzmanlardan önce kendimi ve kızımı dinlemek; hemen kitaplara, sosyal medyanın akıldânelerine ve arama motorlarına dadanmamak.

Bazı çocuk yetiştirme önerilerinin benim için neden can sıkıcı olduğunu birkaç örnekle açıklayayım. Mesela kimi uzmanlar çocuğunuzu öperken ondan izin alın diye buyuruyor. Ben yavrumu koklamak için günde elli kere matbu dilekçe mi dolduracağım Allah aşkına!… 

Başka bir örnek daha vereyim. Pedagoji kitaplarında sıklıkla önerilen bir "yansıtma yöntemi" vardır. Onun dili de bana fazla Batılı ve çeviri tatsızlığında geliyor. Yansıtma yönteminde çocuğunuzun duygularına ayna tutuyorsunuz ve bir ayna ona baktığınızda sizi size nasıl yansıtıyorsa siz de onun gibi çocuğunuza akıl vermeden, onu yargılamadan yalnızca onun söylediklerini ona tekrarlıyorsunuz. Örneğin, çocuğunuz size okulda birisiyle kavga ettiğini ve çok kızdığını söyledi. Bu yönteme göre vereceğiniz cevap şöyle olmalı: "Arkadaşlarınla kavga ettiğin için kızgın hissediyor olmalısın." Bu tam bir Norveçli cevabı değildir de nedir? Çocuğun okulda kavga etmiş, çocukluğunun tarihi bir anını yaşıyor ve sen tutanak tutan bir memur sıkıcılığında diyorsun ki "Hmm.. kızgınsın."

Şimdi ise bunun tam tersi bir duyguyu içeren bir örnek vereyim. Yine çocuğunuz okuldan geldi ancak bu kez pür neşe. Size sevinçle bağırarak dedi ki: "Anneeee! Babaaaa!... Öğretmen bana aferin dedi, defterime de yıldız yapıştırdı!" Ve tabii ki senin cevabın serinkanlı bir Danimarkalı ebeveynin fiyakalı tavrını muhafaza ederek şöyle olmalı: "Harika hissediyor olmalısın!" 

Yahu şu cümleler İngilizcede tahmin ifade eden "must" yapısı kokuyor buram buram… Sözgelimi ben bir arkadaşıma feryat figan derdimi döksem ve bana "üzgün hissediyor olmalısın" dese, onun yüzüne "Ne saçmalıyor bu?!" diye bakarım ve yürür giderim. Onu dinleyeceğime duvarla konuşurum daha iyi!

Elbette eğlenmek için abartıyorum ve bu yöntemin altında yatan eğitsel niyetin farkındayım; ama olmuyor, benim Türk annesi aklıma yatmıyor bu cümleler. Çünkü ben ayna değilim. Bende de cam kırıkları var. Hayat mücadelesinde rolünün hakkını vermeye çabalayan bir insanın hem coşkusu, hem hüznü var. Yeri geldiğinde çocuğuma akıl veresim de var, "amaaan boş ver" diyesim de var. 

Çocuğum doğdu doğalı bende süregelen durum şuydu aslında: Uzmanların birikimlerine hürmetimden ötürü onları sorgulama haddini kendimde bulamadım. "Sen onlardan daha mı iyi bileceksin Sevgi?" sorusunu sordum yıllarca. Ama artık onun yerine şu cümleyi gönül rahatlığıyla kurabiliyorum: "Kim beni ve kızımı, benden ve kızımdan daha iyi bilebilir ki?" Üstelik her uzmanın farklı bir ekolden geldiğini ve onların da kendi aralarında ayrıştığını düşünürsek çık işin içinden. Yine bir örnekle izah edeceğim.

Bir ara sanki yeterince derdim yokmuş gibi psikolog ve psikiyatrların yazdığı kitapları peş peşe okuma çılgınlığını yaptım. Bunlardan ikisi Jordan Peterson'ın Hayat için 12 Kural ve Gabor Maté'nin Normal Efsanesi kitaplarıydı. Bu yazarların yaklaşımları oldukça zıt. Peterson ebeveynlikte otoriter bir tutum yanlısı. Konuşmalarını biraz dinlerseniz ne demek istediğimi daha iyi anlayabilirsiniz. Duruşu, bakışı, ses tonuyla bile dediğim dedik çaldığım düdük havasında. Maté ise ilişkilere şefkat ve anlayış temelinde yaklaşıyor. Önce Peterson'ı okudum. Kitabındaki birçok satırın altını çizdim; çünkü adama hak vermiştim. Sonra Maté'yi okudum. Kitabındaki birçok satırın altını çizdim; çünkü adama hak vermiştim.... Sonra... bir dakika... Eee, ben iki yazara da hak verdim. Şimdi hangi yolu takip edeceğim? Altını çizdiğim hangi cümlelerin bana ve kızıma iyi geleceğini sezinliyorsam onları. 

Diyelim ki elimizde bir yemek tarifi var ve biz o yemeği ilk kez yapacağız. Yani şimdilik biz o tarifin acemisiyiz. Elimiz malzemelere giderken gözümüz de sürekli tarifte yazılı olan miktarlardadır. Malzemeleri tariftekine göre harfiyen kullanmaya gayret ederiz. Ama zamanla o yemekte ustalaştıkça bizim için “göz kararı” başlar ve sezgiler devreye girer. Hatta an gelir, tarifi farklı tatlarla çeşitlendirme cesaretine kavuşuruz. 

Tıpkı bir yemeği tarifine uyarak yapar gibi evladındaki tanrısal malzemeyi en iyi şekilde yoğurma çabasıyla gözünü kitaptan ayırmayan ebeveynin de bir "göz kararı" zamanının geleceğine inanıyorum ben. Önceki paragraflarda dalga geçtiğime bakmayın; elbette kitaplara ve uzmanlara teşekkür borçluyuz. Örneğin bir Doğan Cüceloğlu'nun veya Atalay Yörükoğlu'nun bu topraklardaki anne babalara etkisi az mıdır? Ancak az önce verdiğim örnekteki gibi fazlaca okuyup izleyip kafamız karıştığında veya evladımızla her anlaşamadığımız anda kendi kendimizin celladı olmayalım. "Çocuğunuza sesinizi yükseltmeyin", "Ona hadi demeyin", "Sözlerinizi 'sanırım' gibi kelimelerle yumuşatın" diye diye habire el yükselten uzmanlara da yeri geldiğinde "Hadi canım sen de!" deyip geçelim.

Bizim görevimiz, çocuğumuza dikensiz gül bahçesi yaratmak değil. Çocuğumuz bizim aciz hallerimize şahitlik edecek. Çocuğumuz dışarıda da bağıran, kavga eden ve küfreden insanları görecek. Bunlar okulda öğretilmeyen hayat bilgisi müfredatına dahildir. Hatta bana kalırsa çocuğumuzun ileride bizim hangi özelliğimize teşekkür edeceğini bile yüzde yüz bilemeyiz. Bugün titizliğimize gıcık olan çocuk, yarın bir ödül töreninde konuşma yaparken “Başarımı annemden/babamdan aldığım disipline borçluyum” da diyebilir. 

Son olarak, madem bu kadar satırı sabırla okudun sevgili okurum… Bu yazıdan sonra akılda kalabilecek naçizane öneri olarak çocuğumu yetiştirirken iki sarsılmaz  ilkemden bahsedeyim. Çocuk yetiştirme dedim ama aslına bakarsan, yetişkinlerle ilişkimde de aynı çizgiyi takip etme gayretindeyim.

1. Derdiyle hemhâl olmak için onu dikkatle dinlemek ve çözüm yollarını birlikte aramak.

2. Çocuğumun yalnızca başkalarının yanında değil; baş başayken de haysiyetine saygı göstermek. Hatalı davranışı eleştirmek; ama şahsiyete dil uzatmamak.

Çocuğuyla ilgili küçücük bir olumsuzlukta içindeki nöbetçi mahkemede kendini acımasızca yargılayan ve mahkum eden bir ebeveyni ne zaman görsem onlara Üstün Dökmen hocanın şu sözünü söyleyesim gelir: “Anne-babaların sayılabilir hataları, sayılamayacak kadar iyilikleri vardır.” 

Not: Uzmanlarla dalga geçtikten sonra yine bir uzmandan alıntı yaparak yazımı bitirdim ya, ben iflah olmam!

İki Nefes

Buyur gözlerim:

Kana kana iç

Mavi pınarından göğün.

Her nefes nasıl derin

Genişlerken göğsü ufkun.

 

Buyur gözlerim:

Yana yana iç

Kan ırmağından yerin.

Her nefes nasıl hazin

Ateşlerken silahlarını zulüm.

 

Haber bültenleri:

Tutulmamış yasların bekçisi.

Çoktan kovulmuş tanrılar mabetlerden.

Çocuklar, reklam arası bir damla gözyaşı;

İnsanlık, ekranların kıyısında sadaka taşı.

 

Ama gün olur, rüyalar arşa çıkar:

Devirir kemikten tahtları, üfler külden sarayları!

Yerleşir dudaklara

İki nefes arası

Zincirleme barış tamlaması!



Sevgi GÖKÇE

ETOS Barış Temalı Ulusal Şiir Yarışması 1. Mansiyon Ödülü (2025)

13 Mart 2025 Perşembe

Edip Bey’e Mektup

Merhaba Edip Bey,

Bahar saklandığı kovuktan aniden çıktı. Çıplak ağaçlar, değişen mevsim döngüsü yüzünden, eskiden yavaş yavaş bezendikleri yeşillerini belki süratle sırtlarına geçiriverecek şimdi. Sonsuzluğa uçtuğunuz gün olan 2 Mart 2025'te hava buz kesmişken şimdi arsızca parlayan güneş karşısında şaşkınız. Yine de kışın ardından baharın gelmesine seviniyoruz.

Fakat dev ve kudretli bir ağaç olan şu hayatta aynı anda dört mevsim hüküm sürüyor. Zıtlıklar dallanıp budaklanarak iç içe geçiyor. Doğumlar, yeni ölümlüleri aramıza katarken kimi ölümler ölümsüzlüğü muştuluyor. Sizin de bir bahar gününe rastlayan gidişiniz, şarkılarınızı dinleyenlerde yeniden doğacağınızın doğadaki işareti sanki...

Sesiniz, bir dağın doruğundan kopup gelen ve çağlaya çağlaya kulaklarımıza dökülen bir şelaledir. Bu şelalenin akışındaki nağmelere kulak verenler, ozanlar sofrasına buyur edilir: Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Âşık Mahzuni Şerif, Can Yücel, Vedat Türkali, Yılmaz Odabaşı, Mazlum Çimen, Neşet Ertaş, Orhan Veli Kanık, Zülfü Livaneli ve daha nicelerinin dizeleri, notalara damla damla akar. 

Şarkı söylerken o pırıl pırıl gülümsemeniz dudaklarınızdan eksik olmaz. Dünyayı kucaklayacakmış gibi açılan kollarınızla, gövdeniz de bizlere gülümser adeta. O yüzden tüm büyük müzisyenlerin konserlerinde olduğu gibi, sizin konserlerinizden dinleyiciler asla boş çıkmaz. Kulaklar ve yürekler dolar taşar. Neredeyse marş mertebesine yükselmiş şarkılarınızla güzel günlere inanç diriltilir, meydanlarda birlik olunur, dünyanın adaletine ve akıp giden yıllara sitem edilir, gönüle aldırmamak öğretilir. 

Edip Bey,

Siz yurdunuzu ve halkınızı çok sevdiniz. Biz de sizi ezgilerinizle olduğu kadar yenilmez duruşunuzla sevdik. Tıpkı bir şarkınızdaki gibi: "Sokağın tavanı kadar" sevdik. İnsan sevdikleriyle kolay kolay vedalaşmaz ya, benim de yazımı bir veda yazısı olarak sonlandırmaya hiç niyetim yok. Çünkü her şarkınızda sizinle yeniden merhabalaşacağız ve yeniden umudumuzu bileyeceğiz. “Elimizde gül, önümüzde upuzun yol” ile… Görüşmek üzere!

(Ayna Dergisi’nin 6. sayısında yayımlanmıştır)