Zaman Salıncağı
Edebiyat, sanat ve hayat üzerine bir kelebeğin sesli düşünceleri...
11 Eylül 2025 Perşembe
Gül Hoca'ya veda
15 Ağustos 2025 Cuma
Yaşasın tahtakuruları!
Bazı insanlar vardır; bulunduğu ortamda “Limon!” kelimesini duyduğu anda yüzü ekşir. Sansürün suyunu çıkarmış Sultan Abdülhamit'in de duyduğu anda yüzünü ekşiten kimi kelimeler vardı. Hürriyet, istibdat gibi politik kavramları geçin; örneğin "yıldız" kelimesi Yıldız Sarayı'nı çağrıştırdığı, "burun" kelimesi Sultan'ın burnunu anımsattığı için basının yasaklı kelimeler listesindeydi. Hatta öğrendiğimde çok şaşırdığım, bir diğer sansürlenen kelime ise "tahtakurusu" olmuştur. Neden derseniz... Sultan'ın vesvese ettiğine göre tahtakurusunun "Tahtın kurusun!" diye anlaşılma ihtimali varmış devr-i Abdülhamit'te.
Aslına bakarsanız, yalnızca siyasal sahada değil; günlük yaşamımızda da otosansür uyguladığımız, adını açıkça veremediğimiz kimi sözcükler vardır. Etrafından dolanmayı tercih ederiz. Üç harfliler, iyi saatte olsunlar, nazar değmemesi için güzele güzel demek yerine çirkin demek gibi örnekler verilebilir.
Yıllar önce bir ilçede öğretmenlik yaparken İngilizcedeki domuz sözcüğünün Türkçe karşılığını benden duyunca bir öğrencim, "Aman hocam, öyle açık açık söylemeyin, çok günah!" deyip sınıfın karşısında beni günahımla baş başa bırakmıştı. Tersi bir durum da, kişinin yaşamında hoşnut olduğu durumlardan bahsettikten sonra nazar değmesinden korkup "Dilini ısır!" diyerek kendisini uyarması olabilir. Yani otosansür uygulamıyorsan kendine ceza kesmelisin.
Hepimizin bildiği gibi, sansürün yaslandığı duygu korkudur. İster dev bir imparatorluk yönetin, ister yaşantınızı kem gözlerden korumaya çalışın; sansür uygularken de korkarsınız, uygulamazken de korkarsınız. Ölüp ölüp dirilirsiniz. Oğuz Atay'ın "Korkuyu Beklerken" öyküsünde "Bütün korkaklar gibi hem ölüyordum, hem diriliyordum. Onyüzbin canlı oluyordum" diye yazdığı üzere, durduk yerde çoğalan bir canlıya dönüşebilirsiniz.
Oğuz Atay'dan aldığımız ilhamla, aksini düşünelim: Her korktuğunuzda eksildiğinizi. Bir organınız veya uzvunuz fırlayıp çıkıyor ve sizden ayrı bir canlı gibi davranıyor. Bir gün uyanmışsınız, dalağınız zıplayarak baş ucunuza konmuş, sizi izliyor... Başka bir gün yüreğiniz "Yetti bu çarpıntılar, yetti bu korkunun maraton koşusu; ben gidiyorum!" deyip bavullarını ve kapakçıklarını toplayıp yola koyulmuş... Sizin "Hay dilimi eşek arısı soksun!" dediğiniz diliniz yıllardır ağzınızın karanlığında namusluca görevini yapmasına rağmen cezalandırılmaktan bıkınca... Hop! Bir bakmışsınız, usulca yere inmiş ve size oradan nanik yapıyor!
Dışarı çıktığınızda manzaranın çok da farklı olmadığını görebilirsiniz. Caddelerde, ağaç dallarında, çatılarda, bacalarda, iş yerlerinde, okullarda, devlet dairelerinde, aklınıza gelen gelmeyen her yerde... Korkan her bireyin ondan firar etmiş bir parçası var! Yolda adım atmak istediniz; ayağınıza bir çift göz takılıyor. Siz onları ezmemek için dehşetle kenara çekilirken yanınızda bir el beliriveriyor. El, ısrarla bir yeri işaret ediyor. Konuşamıyor; ama ısrarını işaret parmağının inatçı titreyişinden anlamak mümkün. Parmağın gösterdiği yöne doğru gidiyorsunuz. Uzun bir yol bu, belli... Parça parça, organ organ küçük insancıklarla dolu, kan revan içindeki yolda yürürken aklınıza ne hikmetse Nâzım Hikmet'in "Zafere Dair" şiirinin dizeleri geliyor:
Varılacak yere
kan içinde varılacaktır.
Ve zafer
artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar
tırnakla sökülüp
koparılacaktır...
Korkuya alışmış bünyenizden hafif bir ürperti geçiyor ama Allahtan beyniniz henüz sizi terk etmedi. Her ne kadar şiiri bağıra bağıra söyleyecek diliniz artık sizinle olmasa da, zihninizin kapalı kutusunun rahatlığında dizeleri hücrelerinizle mırıldanabilirsiniz.
Yürüye yürüye tükenen gecelerin sonunda, ağarmakta olan bir tan yeri karşılıyor sizi. Orada yere saçılmış insan parçaları yok. Orada herkes bütün. Herkes özgürce şarkısını söyleyebilir, yazısını yazabilir, kavga etmeden tartışabilir. Demir parmaklıklar, işten atılmalar, iftiralar, tehditler ve sürgünlerin olmadığı, emekle kurulan ve adaletle korunan bir dünya bu.
Dilinizin boş bıraktığı ağzınız açık halde bu dünyayı tüm ihtişamıyla seyrederken yine aklınıza Nâzım Hikmet düştü iyi mi! Burası tam da "gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan / ekmek, gül ve hürriyet günleri"nin yaşandığı dünya değil mi? Evet! Sizi şimdilik yalnız bırakmamış ayağınızla tam üstüne bastınız! Her şey iyi güzel de, burayı kim işaret etti size? O öfkeli el, kimin eliydi acaba?... Tahtakurusunu yazmaya varamamış eller mi? O halde yaşasın tahtakuruları!
(Ayna Dergisi’nin 7. sayısında yayımlanmıştır)
19 Nisan 2025 Cumartesi
Kitâbi anneliğe veda
"Yavru kurt, annesine büyük bir saygı besliyordu. O, et bulabiliyor ve de onun payını asla unutmuyordu. Üstelik o hiçbir şeyden korkmuyordu. Yavru bu korkusuzluğun tecrübe ve bilgiye dayandığını anlayamıyordu. Bu ona sanki gücün etkisi geliyordu. Annesi onun gözünde gücün simgesiydi; büyüdükçe bu gücü, onun gittikçe sertleşen pençe darbelerinde ve burnuna hafifçe dokunuşlarının yerini alan etkili diş darbelerinde hissediyordu. Bu yüzden de saygı duyuyordu annesine."
Hani her insanın yaşamında en az bir kez alnına hafif bir fiske vurup "Tabii ya! İşte bu!" dediği anlar olur ya, Jack London'ın “Beyaz Diş” kitabındaki bu satırlarla karşılaştığımda ben de "Tabii ya, ben daha hangi anneliğin peşindeyim?" diye sordum kendime. Ben bu satırlardaki gibi tatlı-sert anneliği seviyorum. Ben, Batılı pedagoglardan çevrilme, onların “fazlaca gelişmiş ülke” ikliminin yansıması bir dille biz gelişmemişlere(!) örnek gösterilen serinkanlı konuşma biçimlerinden hazzetmiyorum. Benim yavrumla ilişkimde, yavru kurdun annesine duyduğu saygı gibi saygı ve annenin yavruyu yola getirmek için onu ara sıra ısırdığı annelik gibi bir annelik var. Bu ilişkide yer yer atışma da var, taşkın sevgi de var. Yazımın başında belirttiğim hal üzere haddinden fazla bilgiyle içimi şişirince nefes alamıyorum, annelik sezgilerimi dinleyemiyorum. Zira o kadar çok -meli/ -malı sesleri fısıldaşıyor ki iki kulağımın arasında, o yöne mi döneyim, bu yöne mi gideyim şaşırıp kalıyorum. Oysa “Kurtlarla Koşan Kadınlar” adlı şahane eserinde Clarissa Estés sezgilerin ne kadar kıymetli olduğunu hatırlatıyor:
"Bir anne, kızına kendi sezgisinin doğruluğuna güven duyma hissinden daha büyük bir kutsama veremez. Sezgi, ana babadan çocuğa en basit şu şekilde aktarılır: "Değerlendirme gücün iyi. Bütün bunların ardında gizlenmiş duran şeyin ne olduğunu düşünüyorsun?" Sezgiyi akılcı bir temeli olmayan, yanlış sonuçlara götüren bir yetenek olarak tanımlamak yerine, gerçekte ruh sesinin konuşması olarak tanımlamak daha doğrudur. Sezgi, gidilecek doğrultular arasında en çok işe yarayanları hisseder. Benliği koruma gücüne sahiptir, altta yatan motifleri ve niyetleri anlar ve psişede en az düzeyde parçalanmaya yol açacak olanları seçer."
Anne-babalıktan bahsederken habire kurtlardan dem vurdum ama son zamanlarda edebiyattan beslendiğim kadar pedagoji kitaplarından beslenmediğimi belirtmeliyim. Evet, suçumu itiraf ediyorum: Çocuk yetiştirme kitaplarından ve sohbetlerinden artık sıkılıyorum. Öte yandan uzmanlardan akıl almayı tamamen bırakamıyorum da. Ancak yeni hedefim onları daha az dinlemek, katılmadığım yerlerde de coşkuyla "Hadi canım sen de!" diyebilmek. Tam bu noktada, Cemal Süreya'nın “Sigarayı Bırakanın Şiiri” adlı kısacık şiiri aklıma geliyor:
Eskiden birinci işimdi sigara içmek
2. Çocuğumun yalnızca başkalarının yanında değil; baş başayken de haysiyetine saygı göstermek. Hatalı davranışı eleştirmek; ama şahsiyete dil uzatmamak.
İki Nefes
Buyur gözlerim:
Kana kana iç
Mavi pınarından göğün.
Her nefes nasıl derin
Genişlerken göğsü ufkun.
Buyur gözlerim:
Yana yana iç
Kan ırmağından yerin.
Her nefes nasıl hazin
Ateşlerken silahlarını zulüm.
Haber bültenleri:
Tutulmamış yasların bekçisi.
Çoktan kovulmuş tanrılar mabetlerden.
Çocuklar, reklam arası bir damla gözyaşı;
İnsanlık, ekranların kıyısında sadaka taşı.
Ama gün olur, rüyalar arşa çıkar:
Devirir kemikten tahtları, üfler külden sarayları!
Yerleşir dudaklara
İki nefes arası
Zincirleme barış tamlaması!
Sevgi GÖKÇE
ETOS Barış Temalı Ulusal Şiir Yarışması 1. Mansiyon Ödülü (2025)
13 Mart 2025 Perşembe
Edip Bey’e Mektup
Merhaba Edip Bey,
Bahar saklandığı kovuktan aniden çıktı.
Çıplak ağaçlar, değişen mevsim döngüsü yüzünden, eskiden yavaş yavaş
bezendikleri yeşillerini belki süratle sırtlarına geçiriverecek şimdi. Sonsuzluğa
uçtuğunuz gün olan 2 Mart 2025'te hava buz kesmişken şimdi arsızca parlayan
güneş karşısında şaşkınız. Yine de kışın ardından baharın gelmesine
seviniyoruz.
Fakat dev ve
kudretli bir ağaç olan şu hayatta aynı anda dört mevsim hüküm sürüyor.
Zıtlıklar dallanıp budaklanarak iç içe geçiyor. Doğumlar, yeni ölümlüleri
aramıza katarken kimi ölümler ölümsüzlüğü muştuluyor. Sizin de bir bahar gününe
rastlayan gidişiniz, şarkılarınızı dinleyenlerde yeniden doğacağınızın
doğadaki işareti sanki...
Sesiniz, bir dağın
doruğundan kopup gelen ve çağlaya çağlaya kulaklarımıza dökülen bir şelaledir.
Bu şelalenin akışındaki nağmelere kulak verenler, ozanlar sofrasına buyur
edilir: Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Âşık Mahzuni Şerif, Can Yücel, Vedat
Türkali, Yılmaz Odabaşı, Mazlum Çimen, Neşet Ertaş, Orhan Veli Kanık,
Zülfü Livaneli ve daha nicelerinin dizeleri, notalara damla damla akar.
Şarkı söylerken o pırıl
pırıl gülümsemeniz dudaklarınızdan eksik olmaz. Dünyayı kucaklayacakmış gibi
açılan kollarınızla, gövdeniz de bizlere gülümser adeta. O yüzden tüm büyük
müzisyenlerin konserlerinde olduğu gibi, sizin konserlerinizden dinleyiciler asla
boş çıkmaz. Kulaklar ve yürekler dolar taşar. Neredeyse marş mertebesine
yükselmiş şarkılarınızla güzel günlere inanç diriltilir, meydanlarda birlik
olunur, dünyanın adaletine ve akıp giden yıllara sitem edilir, gönüle
aldırmamak öğretilir.
Edip Bey,
Siz yurdunuzu ve halkınızı çok sevdiniz. Biz de sizi ezgilerinizle olduğu kadar yenilmez duruşunuzla sevdik. Tıpkı bir şarkınızdaki gibi: "Sokağın tavanı kadar" sevdik. İnsan sevdikleriyle kolay kolay vedalaşmaz ya, benim de yazımı bir veda yazısı olarak sonlandırmaya hiç niyetim yok. Çünkü her şarkınızda sizinle yeniden merhabalaşacağız ve yeniden umudumuzu bileyeceğiz. “Elimizde gül, önümüzde upuzun yol” ile… Görüşmek üzere!
(Ayna Dergisi’nin 6. sayısında yayımlanmıştır)
7 Mayıs 2024 Salı
Camiler, iş makinaları ve karahindibalar
28 Ocak 2024 Pazar
Okuyana Övgü
Kulaklardı önce seslere kendini veren
Gözler boşluğa dikilirken.
Sahi neydi o çıtırtı kâğıt üzerinde
Eller kalemle dans ederken?
Kitaplar, tabelalar, ekranlarda akan yazılar…
Çağırıyorlardı onu ama nereye?
Bilinmez bir ordunun neferleriydi harfler
Yorulmaksızın geçit resmi yaparken.
İstiridye açılıp da fırlatıverince incisini okul
yollarına
Harflerin geçidine eşlik eder oldu küçük kız.
Çantası, matarası, defteri, kitabı tastamam
Katıldı eğitim kıtasının uygun adım günlerine.
Her harf bir ses vaat etti, sesler söze evrildi.
“Önce söz vardı!” diyen de oldu, “Oku!” diye
emreden de.
İki kapağın arasında karanlıkta kalan nice kelamı
Bir çift el havalandırdı, bir çift göz ışıtmaya
yetti.
Artık küçük kızı bekliyor kâğıdın üstündeki
serüvenler
O doymak bilmez bir iştahla hecelerken.
Doğru okuduğu her kelime bir zafer,
Her cümle bir sonrakini tutuşturan domino taşı.
SEVGİ GÖKÇE
24 Aralık 2023 Pazar
18 yıllık zamanda yolculuk
Cumhuriyet öğretmeni ve şair Rıfat Ilgaz'ın ölümsüz hatırasına ithafen...
2000’li yılların başı... Zamana sataşamayacak kadar gencim. Milenyum taze gelin ve benim için ak tüllü eteğini savura savura gelen bir zarif mihmandar. Koluma girmiş, beni eğitim fakültesinin kapısına bırakmış. Öğretmen anne-babanın kızı, o kapıya kadar evde nice öğretmen ve öğrenci hikâyesiyle büyümüş; ama şimdi kendi hikâyesini yazmanın peşinde.
Dersler başladı… Eskişehir’in yalım yalım yakan ayazında, sınıf arkadaşlarımın sıla özlemiyle buğulanmış gözlerinden sıcak gözyaşları süzülüyor. Hocaları dinliyorum tek sözcüğü dahi kaçırmamaya gayret ederek. Kitaplar ve makaleler büyülüyor beni. Teoriler, olur da yere düşürürsem öpüp başıma koyduğum yavan ekmek; Chomsky sanki ahir zaman peygamberi. Hayali sıralarda oturan hayali öğrenciler için ders senaryoları yazıyorum harıl harıl. İdeal dersin iskeletini zihnimde mükemmelen kurarken, stajda o iskelet, gerçek öğrencilerin etiyle buduyla kanıyla canıyla doluyor. Sahnedeyim olanca toyluğum ve coşkumla. Yıllanmış İngilizce öğretmenlerinin neredeyse tek geçim kaynağı olan ‘tense’ler, benim için zamanda yolculuk ve ben kendi gözümde sevgili öğrencilerimi o heyecan verici yolculuğa çıkarabilecek bir öğretmenim.
Mezuniyetten sonra da teorilere doyamamış olacağım ki, öğretmen olarak atanmadan önce yüksek lisans eğitimime başlıyorum. Orada da sürgit okumalar, araştırmalar ve tartışmalar. Bir yıl sonra “Madem atanamadım; ben kendimi bir yere atayayım” diyerek bir dershanede soluğu alıyorum. Hastalıkla ve mutsuzlukla geçen zorlu bir yılın ardından Bilecik’in Bozüyük ilçesinde bir meslek lisesine atanıyorum. İşte Sevgi, diye fısıldıyorum, "Buyur er meydanına!" Acemilikler, kalp çarpıntıları, kararsızlıklar, bocalamalarla dolu Sevgi, yeri geliyor teorilere "Hadi oradan!" çekiyor, yeri geliyor onlardan af dilercesine telaşla kitapları karıştırıyor, "Ben ettim, siz etmeyin!" diyerek.
İki yılımı geçirdiğim o okulda salt İngilizceyle değil; tiyatroyla, müzikle ve daima öğrencilerimle sohbetle var olduktan sonra sahneden çekiliyorum. Görevime üniversitede devam ediyorum. Kararsız ve ürkek adımlarım, biraz daha şahsiyet kazanmış bir Sevgi'nin adımlarına evriliyor. Fidan gibi delikanlıların arasındayım. Lisedeki çocuksu simalar, bana meydan okuyan genç kadın ve adamlara bırakıyor yerini. Zira onların kurulu düzene isyan ihtiyacını giderebilecekleri en yakın devlet temsilcisi benim. İşte yine kendime fısıldama vakti: "Sevgi sen onların dilinden anlarsın!"
Yıllar geçiyor... Her ne kadar öğrencilerimin çoğu dudak bükse de, benim için tense öğretmek hâlâ zamanda yolculuk. Geriye dönüp baktığımda gördüğüm: Artık sayamadığım çoklukta öğrencimin zamanda yolculuğuna eşlik etmişim. Onların sevinçleri, aşkları, hüzünleri, öfkeleri ve uykusuzluklarının arasında kendime yer açmaya çalışırken pek de umurlarında olmadığı İngilizce konulardan dem vurmuş, Türkçe kahkahalar atmışım. Kulağımda rahmetli Doğan Cüceloğlu'nun "can cana ilişki" sözü çınlarken öğrencilerimden önce bazen ben dersi kaynatmışım. Şiirle, şarkıyla, dramayla, fıkrayla, anılarla ve hatta lafügüzafla… Hadi şu yazı bitmeden son kez fısılda kendine Sevgi: "40 yıllık ömrünün peynir gemisini 18 yıl İngilizce konuşa konuşa yürüttün. Gemin bir limana demirlemişken başka limanlar göz kırpıp çağırmasın seni?!"
24 Kasım 2023 Cuma
Kasımın 24’ü
Kış ortasında
Bir çiçek sağanağı
Kasımın 24’ü
Başöğretmenin kara tahtasından
Çocukların avcuna
Dökülüveren harflerin taç yaprakları
Benimse üstüme yağan sohbetler
Babamla her kelimenin hakkının verildiği
Geceden sabaha doğru uzanan
Şimdi rüyalar tamamlıyor eksik kalanı
Bugün dalıp gitmelerim ondan
Sabahtan geceye doğru uzanan
Kış ortasında
Bir düş sığınağı
Kasımın 24’ü
Öğretmen babanın öğretmen kızı
Sınıflara giriyor kolunda babası
Yakasında geceyi sessizce bekleyen bir çiçek





