19 Nisan 2025 Cumartesi

Kitâbi anneliğe veda

Sayısını hatırlayamayacağım kadar pedagoji kitabı okudum. Sayısını hatırlayamayacağım kadar çocuk yetiştirme üzerine program izledim, sohbet dinledim. Bazılarını dinlerken “aman unutmayayım, lâzım olur” diye notlar aldım. Sayısını hatırlayamayacağım kadar terapistle kendim ve kızım için görüştüm. Şimdi size bunca okuyup dinleyip kafa salladıktan sonra anneliğimin vardığı noktayı aşağıdaki alıntıyla özetleyeceğim:

"Yavru kurt, annesine büyük bir saygı besliyordu. O, et bulabiliyor ve de onun payını asla unutmuyordu. Üstelik o hiçbir şeyden korkmuyordu. Yavru bu korkusuzluğun tecrübe ve bilgiye dayandığını anlayamıyordu. Bu ona sanki gücün etkisi geliyordu. Annesi onun gözünde gücün simgesiydi; büyüdükçe bu gücü, onun gittikçe sertleşen pençe darbelerinde ve burnuna hafifçe dokunuşlarının yerini alan etkili diş darbelerinde hissediyordu.  Bu yüzden de saygı duyuyordu annesine."

Hani her insanın yaşamında en az bir kez alnına hafif bir fiske vurup "Tabii ya! İşte bu!" dediği anlar olur ya, Jack London'ın “Beyaz Diş” kitabındaki bu satırlarla karşılaştığımda ben de "Tabii ya, ben daha hangi anneliğin peşindeyim?" diye sordum kendime. Ben bu satırlardaki gibi tatlı-sert anneliği seviyorum. Ben, Batılı pedagoglardan çevrilme, onların “fazlaca gelişmiş ülke” ikliminin yansıması bir dille biz gelişmemişlere(!) örnek gösterilen serinkanlı konuşma biçimlerinden hazzetmiyorum. Benim yavrumla ilişkimde, yavru kurdun annesine duyduğu saygı gibi saygı ve annenin yavruyu yola getirmek için onu ara sıra ısırdığı annelik gibi bir annelik var. Bu ilişkide yer yer atışma da var, taşkın sevgi de var. Yazımın başında belirttiğim hal üzere haddinden fazla bilgiyle içimi şişirince nefes alamıyorum, annelik sezgilerimi dinleyemiyorum. Zira o kadar çok -meli/ -malı sesleri fısıldaşıyor ki iki kulağımın arasında, o yöne mi döneyim, bu yöne mi gideyim şaşırıp kalıyorum. Oysa “Kurtlarla Koşan Kadınlar” adlı şahane eserinde Clarissa Estés sezgilerin ne kadar kıymetli olduğunu hatırlatıyor: 

"Bir anne, kızına kendi sezgisinin doğruluğuna güven duyma hissinden daha büyük bir kutsama veremez. Sezgi, ana babadan çocuğa en basit şu şekilde aktarılır: "Değerlendirme gücün iyi. Bütün bunların ardında gizlenmiş duran şeyin ne olduğunu düşünüyorsun?" Sezgiyi akılcı bir temeli olmayan, yanlış sonuçlara götüren bir yetenek olarak tanımlamak yerine, gerçekte ruh sesinin konuşması olarak tanımlamak daha doğrudur. Sezgi, gidilecek doğrultular arasında en çok işe yarayanları hisseder. Benliği koruma gücüne sahiptir, altta yatan motifleri ve niyetleri anlar ve psişede en az düzeyde parçalanmaya yol açacak olanları seçer."

Anne-babalıktan bahsederken habire kurtlardan dem vurdum ama son zamanlarda edebiyattan beslendiğim kadar pedagoji kitaplarından beslenmediğimi belirtmeliyim. Evet, suçumu itiraf ediyorum: Çocuk yetiştirme kitaplarından ve sohbetlerinden artık sıkılıyorum. Öte yandan uzmanlardan akıl almayı tamamen bırakamıyorum da. Ancak yeni hedefim onları daha az dinlemek, katılmadığım yerlerde de coşkuyla "Hadi canım sen de!" diyebilmek. Tam bu noktada, Cemal Süreya'nın “Sigarayı Bırakanın Şiiri” adlı kısacık şiiri aklıma geliyor:

Eskiden birinci işimdi sigara içmek
Şimdiyse içmemek birinci işim.

Benim de artık birinci işim uzmanlardan önce kendimi ve kızımı dinlemek; hemen kitaplara, sosyal medyanın akıldânelerine ve arama motorlarına dadanmamak.

Bazı çocuk yetiştirme önerilerinin benim için neden can sıkıcı olduğunu birkaç örnekle açıklayayım. Mesela kimi uzmanlar çocuğunuzu öperken ondan izin alın diye buyuruyor. Ben yavrumu koklamak için günde elli kere matbu dilekçe mi dolduracağım Allah aşkına!… 

Başka bir örnek daha vereyim. Pedagoji kitaplarında sıklıkla önerilen bir "yansıtma yöntemi" vardır. Onun dili de bana fazla Batılı ve çeviri tatsızlığında geliyor. Yansıtma yönteminde çocuğunuzun duygularına ayna tutuyorsunuz ve bir ayna ona baktığınızda sizi size nasıl yansıtıyorsa siz de onun gibi çocuğunuza akıl vermeden, onu yargılamadan yalnızca onun söylediklerini ona tekrarlıyorsunuz. Örneğin, çocuğunuz size okulda birisiyle kavga ettiğini ve çok kızdığını söyledi. Bu yönteme göre vereceğiniz cevap şöyle olmalı: "Arkadaşlarınla kavga ettiğin için kızgın hissediyor olmalısın." Bu tam bir Norveçli cevabı değildir de nedir? Çocuğun okulda kavga etmiş, çocukluğunun tarihi bir anını yaşıyor ve sen tutanak tutan bir memur sıkıcılığında diyorsun ki "Hmm.. kızgınsın."

Şimdi ise bunun tam tersi bir duyguyu içeren bir örnek vereyim. Yine çocuğunuz okuldan geldi ancak bu kez pür neşe. Size sevinçle bağırarak dedi ki "Anneeee / babaaaa!... Öğretmen bana aferin dedi, defterime de yıldız yapıştırdı!" Ve tabii ki senin cevabın serinkanlı bir Danimarkalı ebeveynin fiyakalı tavrını muhafaza ederek şöyle olmalı: "Harika hissediyor olmalısın!" 

Yahu şu cümleler İngilizcede tahmin ifade eden "must" yapısı kokuyor buram buram… Sözgelimi ben bir arkadaşıma feryat figan derdimi döksem ve bana "üzgün hissediyor olmalısın" dese, onun yüzüne "Ne saçmalıyor bu?!" diye bakarım ve yürür giderim. Onu dinleyeceğime duvarla konuşurum daha iyi!

Elbette eğlenmek için abartıyorum ve bu yöntemin altında yatan eğitsel niyetin farkındayım; ama olmuyor, benim Türk annesi aklıma yatmıyor bu cümleler. Çünkü ben ayna değilim. Bende de cam kırıkları var. Hayat mücadelesinde rolünün hakkını vermeye çabalayan bir insanın hem coşkusu, hem hüznü var. Yeri geldiğinde çocuğuma akıl veresim de var, "amaaan boş ver" diyesim de var. 

Çocuğum doğdu doğalı bende süregelen durum şuydu aslında: Uzmanların birikimlerine hürmetimden ötürü onları sorgulama haddini kendimde bulamadım. "Sen onlardan daha mı iyi bileceksin Sevgi?" sorusunu sordum yıllarca. Ama artık onun yerine şu cümleyi gönül rahatlığıyla kurabiliyorum: "Kim beni ve kızımı, benden ve kızımdan daha iyi bilebilir ki?" Üstelik her uzmanın farklı bir ekolden geldiğini ve onların da kendi aralarında ayrıştığını düşünürsek çık işin içinden. Yine bir örnekle izah edeceğim.

Bir ara sanki yeterince derdim yokmuş gibi psikolog ve psikiyatrların yazdığı kitapları peş peşe okuma çılgınlığını yaptım. Bunlardan ikisi Jordan Peterson'ın Hayat için 12 Kural ve Gabor Maté'nin Normal Efsanesi kitaplarıydı. Bu yazarların yaklaşımları oldukça zıt. Peterson ebeveynlikte otoriter bir tutum yanlısı. Konuşmalarını biraz dinlerseniz ne demek istediğimi daha iyi anlayabilirsiniz. Duruşu, bakışı, ses tonuyla bile dediğim dedik çaldığım düdük havasında. Maté ise ilişkilere şefkat ve anlayış temelinde yaklaşıyor. Önce Peterson'ı okudum. Kitabındaki birçok satırın altını çizdim; çünkü adama hak vermiştim. Sonra Maté'yi okudum. Kitabındaki birçok satırın altını çizdim; çünkü adama hak vermiştim.... Sonra... bir dakika... Eee, ben iki yazara da hak verdim. Şimdi hangi yolu takip edeceğim? Altını çizdiğim hangi cümlelerin bana ve kızıma iyi geleceğini sezinliyorsam onları. 

Diyelim ki elimizde bir yemek tarifi var ve biz o yemeği ilk kez yapacağız. Yani şimdilik biz o tarifin acemisiyiz. Elimiz malzemelere giderken gözümüz de sürekli tarifte yazılı olan miktarlardadır. Malzemeleri tariftekine göre harfiyen kullanmaya gayret ederiz. Ama zamanla o yemekte ustalaştıkça bizim için “göz kararı” başlar ve sezgiler devreye girer. Hatta an gelir, tarifi farklı tatlarla çeşitlendirme cesaretine kavuşuruz. 

Tıpkı bir yemeği tarifine uyarak yapar gibi evladındaki tanrısal malzemeyi en iyi şekilde yoğurma çabasıyla gözünü kitaptan ayırmayan ebeveynin de bir "göz kararı" zamanının geleceğine inanıyorum ben. Önceki paragraflarda dalga geçtiğime bakmayın; elbette kitaplara ve uzmanlara teşekkür borçluyuz. Örneğin bir Doğan Cüceloğlu'nun veya Atalay Yörükoğlu'nun bu topraklardaki anne babalara etkisi az mıdır? Ancak az önce verdiğim örnekteki gibi fazlaca okuyup izleyip kafamız karıştığında veya evladımızla her anlaşamadığımız anda kendi kendimizin celladı olmayalım. "Çocuğunuza sesinizi yükseltmeyin", "Ona hadi demeyin", "Sözlerinizi 'sanırım' gibi kelimelerle yumuşatın" diye diye habire el yükselten uzmanlara da yeri geldiğinde "Hadi canım sen de!" deyip geçelim.

Bizim görevimiz, çocuğumuza dikensiz gül bahçesi yaratmak değil. Çocuğumuz bizim aciz hallerimize şahitlik edecek. Çocuğumuz dışarıda da bağıran, kavga eden ve küfreden insanları görecek. Bunlar okulda öğretilmeyen hayat bilgisi müfredatına dahildir. Hatta bana kalırsa çocuğumuzun ileride bizim hangi özelliğimize teşekkür edeceğini bile yüzde yüz bilemeyiz. Bugün titizliğimize gıcık olan çocuk, yarın bir ödül töreninde konuşma yaparken “Başarımı annemden/babamdan aldığım disipline borçluyum” da diyebilir. 

Son olarak, madem bu kadar satırı sabırla okudun sevgili okurum… Bu yazıdan sonra akılda kalabilecek naçizane öneri olarak çocuğumu yetiştirirken iki sarsılmaz  ilkemden bahsedeyim. Çocuk yetiştirme dedim ama aslına bakarsan, yetişkinlerle ilişkimde de aynı çizgiyi takip etme gayretindeyim.

1. Derdiyle hemhâl olmak için onu dikkatle dinlemek ve çözüm yollarını birlikte aramak.

2. Çocuğumun yalnızca başkalarının yanında değil; baş başayken de haysiyetine saygı göstermek. Hatalı davranışı eleştirmek; ama şahsiyete dil uzatmamak.

Çocuğuyla ilgili küçücük bir olumsuzlukta içindeki nöbetçi mahkemede kendini acımasızca yargılayan ve mahkum eden bir ebeveyni ne zaman görsem onlara Üstün Dökmen hocanın şu sözünü söyleyesim gelir: “Anne-babaların sayılabilir hataları, sayılamayacak kadar iyilikleri vardır.” 

Not: Uzmanlarla dalga geçtikten sonra yine bir uzmandan alıntı yaparak yazımı bitirdim ya, ben iflah olmam!

İki Nefes

Buyur gözlerim:

Kana kana iç

Mavi pınarından göğün.

Her nefes nasıl derin

Genişlerken göğsü ufkun.

 

Buyur gözlerim:

Yana yana iç

Kan ırmağından yerin.

Her nefes nasıl hazin

Ateşlerken silahlarını zulüm.

 

Haber bültenleri:

Tutulmamış yasların bekçisi.

Çoktan kovulmuş tanrılar mabetlerden.

Çocuklar, reklam arası bir damla gözyaşı;

İnsanlık, ekranların kıyısında sadaka taşı.

 

Ama gün olur, rüyalar arşa çıkar:

Devirir kemikten tahtları, üfler külden sarayları!

Yerleşir dudaklara

İki nefes arası

Zincirleme barış tamlaması!



Sevgi GÖKÇE

ETOS Barış Temalı Ulusal Şiir Yarışması 1. Mansiyon Ödülü (2025)

13 Mart 2025 Perşembe

Edip Bey’e Mektup

Merhaba Edip Bey,

Bahar saklandığı kovuktan aniden çıktı. Çıplak ağaçlar, değişen mevsim döngüsü yüzünden, eskiden yavaş yavaş bezendikleri yeşillerini belki süratle bezenecek şimdi. Sonsuzluğa uçtuğunuz gün olan 2 Mart 2025'te hava buz kesmişken şimdi arsızca parlayan güneş karşısında şaşkınız. Yine de kışın ardından baharın gelmesine seviniyoruz.

Fakat dev ve kudretli bir ağaç olan şu hayatta aynı anda dört mevsim hüküm sürüyor. Zıtlıklar dallanıp budaklanarak iç içe geçiyor. Doğumlar, yeni ölümlüleri aramıza katarken kimi ölümler ölümsüzlüğü muştuluyor. Sizin de bir bahar gününe rastlayan gidişiniz, şarkılarınızı dinleyenlerde yeniden doğacağınızın doğadaki işareti sanki...

Sesiniz, bir dağın doruğundan kopup gelen ve çağlaya çağlaya kulaklarımıza dökülen bir şelaledir. Bu şelalenin akışındaki nağmelere kulak verenler, ozanlar sofrasına buyur edilir: Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Âşık Mahzuni Şerif, Can Yücel, Vedat Türkali, Yılmaz Odabaşı, Mazlum Çimen, Neşet Ertaş, Orhan Veli Kanık, Zülfü Livaneli ve daha nicelerinin dizeleri, notalara damla damla akar. 

Şarkı söylerken o pırıl pırıl gülümsemeniz dudaklarınızdan eksik olmaz. Dünyayı kucaklayacakmış gibi açılan kollarınızla, gövdeniz de bizlere gülümser adeta. O yüzden tüm büyük müzisyenlerin konserlerinde olduğu gibi, sizin konserlerinizden dinleyiciler asla boş çıkmaz. Kulaklar ve yürekler dolar taşar. Neredeyse marş mertebesine yükselmiş şarkılarınızla güzel günlere inanç diriltilir, meydanlarda birlik olunur, dünyanın adaletine ve akıp giden yıllara sitem edilir, gönüle aldırmamak öğretilir. 

Edip Bey,

Siz yurdunuzu ve halkınızı çok sevdiniz. Biz de sizi ezgilerinizle olduğu kadar yenilmez duruşunuzla sevdik. Tıpkı bir şarkınızdaki gibi: "Sokağın tavanı kadar" sevdik. İnsan sevdikleriyle kolay kolay vedalaşmaz ya, benim de yazımı bir veda yazısı olarak sonlandırmaya hiç niyetim yok. Çünkü her şarkınızda sizinle yeniden merhabalaşacağız ve yeniden umudumuzu bileyeceğiz. “Elimizde gül, önümüzde upuzun yol” ile… Görüşmek üzere!

7 Mayıs 2024 Salı

Camiler, iş makinaları ve karahindibalar

Bu blogdaki bir yazımda (UFO anneden kızına sevgilerle) kızıma dikkat eksikliği teşhisi konduğundan bahsetmiş ve onun derdinden kendi derdime uzanan bir yol bulmuştum. Şimdi üstüne eklendi mi başka bir teşhis! Senelerdir kızımda tuhaf bir farklılık hissediyordum ama adını koymaktan acizdim. Kendini ifade etmekte yaşıtlarına göre çizgi dışı oluşu, duyusal hassasiyetleri, takıntıları, rutinlere katı bağlılıkları, öfke nöbetleri, dön baba dönelim aynı konulardan bahsetmesi... Aspergerli olduğuna dair işaretlerdi bunlar; ama anneliğin şanındandır ya evladına konduramamak.

Gelgelelim bir sınavın üstesinden geliyoruz derken yeni bir sınavla karşılaşmak biz insanlara vergi. Karşına çıkacak diğer sınavlara şaşırma ve şunu öğren artık Sevgi: Kondursan da kondurmasan da, sen evladının sahibi değilsin ki! Kaşını gözünü, huyunu suyunu seçebildin mi de onun yazgısında iraden söz konusu?

Tamam, kabul ediyorum ve olana teslim oluyorum. Belli ki Yaradan önceden bir karar vermiş ve benim sonradan haberim oldu. Peki teslimiyet anındaki halim ne olacak? Feleğe kahredip dövünecek miyim? Yoksa Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın şu dizeleri üzere bir tavır mı takınacağım:

Hak şerleri hayreyler
Zannetme ki gayreyler
Ârif ânı seyreyler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler

Galiba istikametimi az çok tahmin ettiniz. Her ne kadar yorulsam da, ara ara delirsem de, kızımın bu dünyadaki kalabalıklardan biraz farklı seyreden yolculuğunun en yakın tanığı olmaya varım! O halde bu tanıklıkta bana başka neler eşlik ediyor? Yazımın başlığında yer alan ve birbiriyle zerre kadar ilgisi olmayanlar! Yani camiler, iş makinaları ve karahindibalar.

Uzun süredir kızımın ilgi odağında bu üç benzemez var. Camileri gezmeye doyamıyor. İç ve dış tasarımını dikkatle inceliyor ve kendi çocuk dilinde fısır fısır dua ediyor. Bize de dua ısmarlamayı ihmal etmeden: "N'olur sarı saçlı mavi gözlü olayım, sınıf başkanı olayım diye dua edin..." Bu dualar eşliğinde bugüne değin kendi mahallemdeki üç camiyi gezdim ve şehrimde daha nice camiyi gezeceğim gibi görünüyor.

İş makinalarını seyredenlerle ne çok gırgır geçtim bugüne kadar. Şimdi sıkıysa kızınla dalga geç! Gerçi geçenlerde teşebbüs ettim; ama kızım şakamı anlamayınca anlattığı fıkraya yalnızca kendisi gülen bir zavallıya dönmüş oldum. Bu duruma da ayrıca güldüm. Uzatmayayım, kızımın kariyer planı şimdilik iş makinası operatörü olmak. G sınıfı ehliyet alacağı günü iple çekiyor! Okuldan sonraki günlük mesaisi, civardaki iş makinalarını büyük bir iştahla seyretmek ve operatör koltuğunda oturanlara gıpta etmek.

Karahindibalar önceki saydıklarımdan daha uzun süreli bir tutkuyu içeriyor. Ben araba kullanırken metrelerce ötede rüzgarda tüylerini nazlı nazlı titreten bir karahindiba görmeyegörsün! Adeta feryat ediyor gidip onu koparmak için. Oysa yoğun trafikte veya yoldan hızlı geçtiğimde ne mümkün geri dönüp onu almak! Hoş geldin kaos ve mantıklı açıklamalara paydos. Ya dikkatini tatlı tatlı başka bir takıntısına çevirmeliyim ya da isteğine boyun eğmeliyim. Tam bu noktada bazen öyle diplomatça kıvraklıklar sergiliyorum, öyle şahane uydurmasyon hikayeler kurguluyorum ki, annelik sanatının şahikasına yükseliveriyorum. 

Anneliğin kaygıyla kol kola yürüdüğü yanılsamasından sıyrılıp ânı seyreylemek böyle olabilir mi? Kendini evladında, evladını kendinde seyreylemek ve o ölümsüz dizeleri şevkle yinelemek: 

Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler

28 Ocak 2024 Pazar

Okuyana Övgü

Hamlet ve çocuk

Kulaklardı önce seslere kendini veren

Gözler boşluğa dikilirken.

Sahi neydi o çıtırtı kâğıt üzerinde

Eller kalemle dans ederken?

 

Kitaplar, tabelalar, ekranlarda akan yazılar…

Çağırıyorlardı onu ama nereye?

Bilinmez bir ordunun neferleriydi harfler

Yorulmaksızın geçit resmi yaparken.

 


İstiridye açılıp da fırlatıverince incisini okul yollarına

Harflerin geçidine eşlik eder oldu küçük kız.

Çantası, matarası, defteri, kitabı tastamam

Katıldı eğitim kıtasının uygun adım günlerine.

 

Her harf bir ses vaat etti, sesler söze evrildi.

“Önce söz vardı!” diyen de oldu, “Oku!” diye emreden de.

İki kapağın arasında karanlıkta kalan nice kelamı

Bir çift el havalandırdı, bir çift göz ışıtmaya yetti.

 

Artık küçük kızı bekliyor kâğıdın üstündeki serüvenler

O doymak bilmez bir iştahla hecelerken.

Doğru okuduğu her kelime bir zafer,

Her cümle bir sonrakini tutuşturan domino taşı.

                                                                                                              SEVGİ GÖKÇE

24 Aralık 2023 Pazar

18 yıllık zamanda yolculuk

Cumhuriyet öğretmeni ve şair Rıfat Ilgaz'ın ölümsüz hatırasına ithafen...

2000’li yılların başı... Zamana sataşamayacak kadar gencim. Milenyum taze gelin ve benim için ak tüllü eteğini savura savura gelen bir zarif mihmandar. Koluma girmiş, beni eğitim fakültesinin kapısına bırakmış. Öğretmen anne-babanın kızı, o kapıya kadar evde nice öğretmen ve öğrenci hikâyesiyle büyümüş; ama şimdi kendi hikâyesini yazmanın peşinde.

Dersler başladı… Eskişehir’in yalım yalım yakan ayazında, sınıf arkadaşlarımın sıla özlemiyle buğulanmış gözlerinden sıcak gözyaşları süzülüyor. Hocaları dinliyorum tek sözcüğü dahi kaçırmamaya gayret ederek. Kitaplar ve makaleler büyülüyor beni. Teoriler, olur da yere düşürürsem öpüp başıma koyduğum yavan ekmek; Chomsky sanki ahir zaman peygamberi. Hayali sıralarda oturan hayali öğrenciler için ders senaryoları yazıyorum harıl harıl. İdeal dersin iskeletini zihnimde mükemmelen kurarken, stajda o iskelet, gerçek öğrencilerin etiyle buduyla kanıyla canıyla doluyor. Sahnedeyim olanca toyluğum ve coşkumla. Yıllanmış İngilizce öğretmenlerinin neredeyse tek geçim kaynağı olan ‘tense’ler, benim için zamanda yolculuk ve ben kendi gözümde sevgili öğrencilerimi o heyecan verici yolculuğa çıkarabilecek bir öğretmenim.

Mezuniyetten sonra da teorilere doyamamış olacağım ki, öğretmen olarak atanmadan önce yüksek lisans eğitimime başlıyorum. Orada da sürgit okumalar, araştırmalar ve tartışmalar. Bir yıl sonra “Madem atanamadım; ben kendimi bir yere atayayım” diyerek bir dershanede soluğu alıyorum. Hastalıkla ve mutsuzlukla geçen zorlu bir yılın ardından Bilecik’in Bozüyük ilçesinde bir meslek lisesine atanıyorum. İşte Sevgi, diye fısıldıyorum, "Buyur er meydanına!" Acemilikler, kalp çarpıntıları, kararsızlıklar, bocalamalarla dolu Sevgi, yeri geliyor teorilere "Hadi oradan!" çekiyor, yeri geliyor onlardan af dilercesine telaşla kitapları karıştırıyor, "Ben ettim, siz etmeyin!" diyerek. 

İki yılımı geçirdiğim o okulda salt İngilizceyle değil; tiyatroyla, müzikle ve daima öğrencilerimle sohbetle var olduktan sonra sahneden çekiliyorum. Görevime üniversitede devam ediyorum. Kararsız ve ürkek adımlarım, biraz daha şahsiyet kazanmış bir Sevgi'nin adımlarına evriliyor. Fidan gibi delikanlıların arasındayım. Lisedeki çocuksu simalar, bana meydan okuyan genç kadın ve adamlara bırakıyor yerini. Zira onların kurulu düzene isyan ihtiyacını giderebilecekleri en yakın devlet temsilcisi benim. İşte yine kendime fısıldama vakti: "Sevgi sen onların dilinden anlarsın!"

Yıllar geçiyor... Her ne kadar öğrencilerimin çoğu dudak bükse de, benim için tense öğretmek hâlâ zamanda yolculuk. Geriye dönüp baktığımda gördüğüm: Artık sayamadığım çoklukta öğrencimin zamanda yolculuğuna eşlik etmişim. Onların sevinçleri, aşkları, hüzünleri, öfkeleri ve uykusuzluklarının arasında kendime yer açmaya çalışırken pek de umurlarında olmadığı İngilizce konulardan dem vurmuş, Türkçe kahkahalar atmışım. Kulağımda rahmetli Doğan Cüceloğlu'nun "can cana ilişki" sözü çınlarken öğrencilerimden önce bazen ben dersi kaynatmışım. Şiirle, şarkıyla, dramayla, fıkrayla, anılarla ve hatta lafügüzafla… Hadi şu yazı bitmeden son kez fısılda kendine Sevgi: "40 yıllık ömrünün peynir gemisini 18 yıl İngilizce konuşa konuşa yürüttün. Gemin bir limana demirlemişken başka limanlar göz kırpıp çağırmasın seni?!"

24 Kasım 2023 Cuma

Kasımın 24’ü

 

Kış ortasında

Bir çiçek sağanağı

Kasımın 24’ü


Başöğretmenin kara tahtasından

Çocukların avcuna 

Dökülüveren harflerin taç yaprakları


Benimse üstüme yağan sohbetler

Babamla her kelimenin hakkının verildiği

Geceden sabaha doğru uzanan


Şimdi rüyalar tamamlıyor eksik kalanı

Bugün dalıp gitmelerim ondan

Sabahtan geceye doğru uzanan


Kış ortasında

Bir düş sığınağı

Kasımın 24’ü


Öğretmen babanın öğretmen kızı

Sınıflara giriyor kolunda babası

Yakasında geceyi sessizce bekleyen bir çiçek

29 Ekim 2023 Pazar

25 Haziran 2023 Pazar

UFO anneden kızına sevgilerle

Kızım geçenlerde beni böyle resmetmiş. Neden beni dört ayaklı çizdiğini sorduğumda aldığım yanıt "Oyun oynuyorsun" oldu. Annemin yorumu ise bombaydı: "Her yere yetiştiğin için çok kollu yapmış!"

Doğru. Kızım için her yere çoğunlukla tek başıma yetişmeye çalışırken garip bir yaratığa dönüşmem olağan. Hatta kendimi bir UFO gibi hissediyorum diyebilirim. UFO'nun açılımı İngilizcede "tanımlanamayan uçan nesne" anlamına geldiğine göre ben de oradan oraya uçarken kendisini tanımlayamayan bir UFO anneyim adeta! Kâh hüzünlü, kâh ümitli. Kâh sisler içinde kaybolmuş, kâh gözünü ufuklara dikmiş.

Kızım dünyaya merhaba demeden çok önce ender görülen ses hastalığım için uzmandan uzmana uçuyordum; kızım doğup büyüdükten sonra ona konan birtakım teşhislerin ardından kızım için uçuyorum. Bu teşhislerden birisi DEHB (Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu) oldu. Tek tesellim, benimki gibi nadir olmayışı. Anladım ki insan hastalandığında bile, acı yüklü de olsa bir gruba aidiyet duygusuna ihtiyaç duyuyor. Hastalığın yanı sıra tek başınalık, "bir benim mi başıma geldi bu?" sorusu yüreğinizi kemiriyor. 

DEHB'i ilkin önemsemedim. Belki kabullenmek istemedim. Ama gün be gün belirtiler üstüme gelip hayattan yıldırınca çağımız insanının çarçabuk bilgi edinme refleksiyle internetten okumalara başladım. Bu arayışın hengamesinde yoğrulurken bir kitaba rastladım. Kendisi de DEHB'li bir psikiyatr olan Gabor Maté'nin yazdığı "Dağınık Zihinler". 

Yazar da aynı dertten muzdarip olduğundan mıdır nedir, kitabın bendeki etkisi büyülü oldu. Zira bir DEHB'li olmakla o bireyin zihnini dışarıdan okumak aynı değil diye düşünüyorum. Onların ana-babalarının omzuna cesaret veren bir dokunuş da gerekiyor ayrıca. Çünkü şu anda bu satırları yazarken dahi gözlerimin dolmasına engel olamıyorum kızıma öfkelendiğim ve durumunu anlayamayıp ona haksızlık ettiğim anları aklıma getirdiğim için. O yüzden Gabor Maté'ye bu kitabı yazdığı için müteşekkirim. Bu nörolojik farklılığın ana-babaları topa tutarak değil; genetik, toplumsal, ekonomik, ailevi, vs. pek çok bileşenin bir araya gelmesiyle oluşabileceğini izah ettiği için de. DEHB için ilaç kullanımını kutsayan veya tamamen reddeden bir yaklaşımı benimsemediği için de. Aslına bakarsanız yazar öyle güzel bir yol çiziyor ki ilaç tedavisinden öte, burada alıntılayacağım birkaç satırdan ne olduğu rahatlıkla anlaşılacaktır. (Gabor Maté'yi selamladıktan sonra iki kelâm da kızıma edeceğim.)

"Yetişkinle pozitif temasın sıcaklığı ve memnuniyeti genellikle çocuğun prefrontal korteksine dopamin sağlamada bir psikostimülan* kadar iyidir. Daha fazla güvenlik, daha az endişe ve daha fazla odaklanmış dikkat anlamına gelir. Her durumda sabit kalan görülmemiş faktör, çocuğun yaşamın ilk yıllarına kadar uzanan bilinçli olmayan bağlanma özlemidir. Bu ihtiyacın karşılandığı yerlerde DEB sorunları geri çekilmeye başlar." (s. 138)

"DEB'li bir çocuk, bakım veren ve duyarlı bebek arasındaki ilişkide bir aksama nedeniyle yaralanmıştır. Dikkat eksikliği bozukluğunda görülen tüm davranışlar ve zihinsel kalıplar yaranın dış belirtileri veya acısını hissetmeye karşı verimsiz savunmalardır. Eğer gelişim gerçekleşecekse, şimdi benliği daha fazla incinmekten korumak için tüketilen enerjinin büyüme için serbest olması gerekir. Kilit nokta bağlanma ilişkisini sağlamlaştırmaktır." (s. 155) 

"Ebeveynlerle olan ilişki, çocuğun zihinsel gelişiminin çiçek açması için gereken toprak, yağmur, güneş ve gölgedir." (s. 156)

Ve kitabın bitiş cümleleri:
Gabor Mate

Sevgili kızım,
Sanıyordum ki bugüne değin anneliğimi olağanüstü yaptım. Ancak yanılmak, biz insanların dünya yolculuğunda uğradığı kaçınılmaz duraklardan biri. Senin hassasiyetlerini, kırılganlığını ve öfkeni doğru okuyamamışım. Ama az önce bahsettiğim kitapta okuyup öğrendiğim bir çıkış yolum var: Senin gibi çocukların, çevrenin olumsuzluklarına karşı hassasiyetleri kadar olumlu değişikliklere de eşit derecede duyarlılığı varmış. Yani doktor Maté şunu demeye getiriyor: Seni savunmasız kılan, ışığının parladığı yerdir aynı zamanda! Niyazi Mısrî'nin dizelerini gel de hatırlama şimdi: "Dermân aradım derdime / Derdim bana dermân imiş"

Sen dertli, ben dertli... Fakat bu, dövünülecek bir durum değil; tam aksine, birbirimizin dertleriyle hemhâl olurken gidilecek nice taşlı yolları ve birbirimizden öğreneceğimiz nice güzellikleri keşfetmek demek. Yukarıda koyu puntoyla alıntıladığım cümleden ilhamla, senin görevin çiçek açmaksa benim görevim toprağın, yağmurun, güneşin ve gölgen olmak. Ara sıra delirirsek bunu gök gürültüsü ve şimşeğe bağlayabiliriz. Yeter ki ardından güneşin arkasına saklanmış muzip bir gökkuşağı gülümseyiversin! UFO'muza da biner, gökkuşağının üzerinden de uçarız evelallah!

*Psikostimülan: DEHB tedavisinde kullanılan uyarıcı ilaçların ortak adı

27 Mayıs 2023 Cumartesi

Goriot Baba'dan satırlar

"Tıpkı yaşlı karı kocalar gibi artık konuşacak hiçbir şeyleri kalmamıştı. İşte bu yüzden aralarında sadece makineleşmiş gibi bilinçsiz bir ilişki, yaşı tükenmiş gıcırtılı bir çark dönüşü kalmıştı."

"Orada arabayla giderek çamura bulananlar, namuslu kişiler sayılır, yaya giderken çamura batanlar da namussuzdurlar. Orada en küçük bir şeyi yerinden oynatmaya kalkıştığınızda, kendinizi Adliye Binası Alanı'nda, herkesin merakla görmeye geleceği garip bir yaratık gibi sergilenirken bulursunuz. Ama bir milyon çalın, bir erdem simgesi gibi, salonların baş tacı olursunuz. Bu ahlak kurallarını yaşatmak için Jandarma ve Adliye örgütlerine otuz milyon ödüyorsunuz. Güzel değil mi?"

"İnsan sevildiğini hisseder. Duygu, her şeyde iz bırakır, uzaklıkları aşar. Bir mektup bir ruhtur, sesin öylesine sadık bir yankısıdır ki, duyarlı insanlar onu, aşkın en zengin hazinesi sayarlar."

"Bir varlık, ne kadar kaba olursa olsun, güçlü ve gerçek bir sevgiyi anlatırken yüz çizgileri değişir, davranışlarına canlılık gelir, sesi renklenir ve özel pırıltı yayar. Çoğu zaman en aptal kişi, tutkunun çabası altında, sözde değilse bile, düşüncede en yüksek anlatım gücüne ulaşır ve ışıklı bir dünyada hareket ediyormuş gibi görünür."

"Aşkla kilise, mihrapları için en temiz ve en güzel örtüleri gerektirir."

19 Mayıs 2023 Cuma

Deprem ve Mehmet Âkif

Her felaketten sonra bir şaire, özellikle Mehmet Âkif'e, sığınmak geliyor içimden. 6 Şubat Kahramanmaraş depreminden sonra da aynısını yaşadım. Dizeleri bilinçaltıma nasıl nüfuz ettiyse, Japonya ve Türkiye'nin depreme hazırlık açısından kıyaslaması yapılır yapılmaz Mehmet Âkif'in Japonları tarif eden ölümsüz dizelerini anımsadım. "Süleymâniye Kürsüsünde" adlı eserinden:

Sorunuz, şimdi Japonlar da nasıl millettir? 

Onu tasvîre zafer-yâb olamam, hayrettir!

Şu kadar söyleyeyim: Dîn-i mübînin orada,

Rûh-i feyyâzı yayılmış, yalınız şekli Buda. 

Siz gidin, safvet-i İslâm'ı Japonlarda görün!

O küçük boylu, büyük milletin efrâdı bugün, 

Müslümanlıktaki erkânı siyânette ferîd;

Müslüman denmek için eksiği ancak tevhîd.

(Devamındaki satırlarda Japonların örnek ahlâki vasıfları sıralanıyor.)

Büyük şair, Japonlar aslında Müslümanlardan daha Müslümanca yaşam sürüyor; tek farkları "Lâ ilâhe illâllah" demeyişleri diyor. Yıllar sonra teolojik bir araştırma tam da bu fikri doğrulamıştı. Kuran'da geçen etik değerlerin uygulandığı ülkeler listesinde İskandinav ülkeleri başı çekerken Müslüman coğrafyası sınıfta kalmıştı. Hep söylenegeldiği gibi, sanat bilimin öncüsüdür. 

Depremde bir de "kader planı"ndan söz açılmıştı... Mehmet Âkif'in "Fatih Kürsüsünde" adeta buna da itirazı var:

"Kadermiş!" Öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru;

Belânı istedin, Allah da verdi... Doğrusu bu.

Taleb nasılsa, tabî'î netîce öyle çıkar,

Meşiyyetin sana zulmetmek ihtimâli mi var?

"Çalış!" dedikçe Şerîat, çalışmadın, durdun,

Onun hesâbına birçok hurâfe uydurdun!

Sonunda bir de "tevekkül" sokuşturup araya,

Zavallı dîni çevirdin onunla maskaraya!

Burada alıntıladığım dizeler ve daha nicesi birçok insanın malûmu değil ne acıdır ki. Çünkü Mehmet Âkif'i İstiklâl Marşı'nın şairi kimliğine indirgeyerek ona büyük bir haksızlık yapıyoruz! Muhafazakâr geçinen bir toplumuz; ama İstiklâl Marşı dışında hangi şiirlerini biliyoruz ve Âkif'in bayraktarlığını yaptığı değerler ve savaş açtığı toplumsal zaaflardan haberimiz var mı? Kişileri kutsallaştırıp ve mumyalaştırıp dokunulmaz hâle getirmektir tek marifetimiz ve bu hususta Âkif de istisna değil. "Âsım'ın nesli" sloganıyla da kendimizi mumyalayıp dokunulmazlığımızı Âkif'e dayarız, oldu bitti! 

Oysa Âsım'ın neslinden olduğunu kafamıza boca edenler insanların nesillerini kuruttular bir gecede. Bol din soslu isimler verilmiş muhafazakâr yaşam alanları -Uğur Mumcu'nun deyimiyle- kârın muhafazasından ibaretti aslında. 

Toplumu habis bir ur gibi kuşatan ve içini çürüten işte bu sahte Âsım nesillerinin hakkından Âsım'ı okuyan ve anlayanlar gelecektir. Yeri ve göğü okuyan, inanıyorsa Kuran'ın değerlerini hayatına katan, tevhidi dilinde evirip çevirmekle yetinmeyip onu bir Japon gibi yaşayan... Çünkü yine büyük şairin uyardığı gibi:

Gökten inmez bir de hiçbir şey... Bütün yerden taşar;

Kendi ahlâkıyle bir millet ölür, yâhud yaşar.