2000'li yılların başı üniversite yıllarımdı. 3. sınıftaydım. O zamana değin aldığım derslerle İngilizce öğretmeni olma fikrine yavaştan ısınmıştım; fakat bir yandan da dilbilim ve öğretim metodolojisi içeriklerini yoğun bir şekilde hatmettikçe edebiyata acıkan tarafım farklı bir seçmeli ders alma derdindeydi. İşte o zaman "İngilizcede Türk Edebiyatı" dersi ve Gül Hoca karşıma çıktı. Anadolu Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği bölümünde okuyanlar bilir; Yeşilçam’ın nasıl dört yapraklı yoncası olarak addedilen kadın oyuncuları varsa, bizim bölümün de efsane kadın profesörleri vardı ve Gül Hoca onlardan biriydi. Öğrenciler biraz da saygıyla karışık çekinirdi ondan. Zira Ankara DTCF mezunu, İngiltere'de lisansüstü eğitimini tamamlamış ve Oxford'da ders vermiş, muazzam birikimi ve o birikimle doğru orantılı olarak akademik titizliği had safhada olan bir hocanın öğrencileri hafiften ürkütmesi doğaldı.
Bende de bu ürküntü ve edebiyat tutkusu çarpıştı bir süre. Ancak Allahtan "En kötü ne olabilir ki? Dersten kalsam bile Gül Hocadan dersimi aldım diye artistlik yaparım" diyen bir cüretkar sesin peşinden gittim ve iyi ki gitmişim. Ve yine ne mutlu bana ki, yalnızca küçük bir grup "babayiğit" seçmişti dersi ve bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda öğrenciyle bir masanın etrafında haftalık edebiyat sohbeti yaparcasına ders işliyorduk. Derste Türk edebiyatı klasiklerini önce özgün dilinde okuyup ardından İngilizce çevirilerini yorumluyorduk. Tabii buna eşlik eden çeviribilim, kültürlerarası farklılıklar, sosyoloji, siyaset, tarih ve edebiyat dedikoduları üzerine tadına doyulmaz sohbetler de cabası.
Yüksek lisans için başka bir üniversiteyi tercih ettiğimde ve ondan referans mektubu almak için kapısını çaldığımda hiçbir kapris yapmadan ve seçimimi sorgulamadan benim için mektup yazmıştı. Onun mektubunun da katkısıyla istediğim üniversiteden kabul aldım. Doktora eğitimim için yuvaya geri döndüğümde Gül Hoca'dan ders almayı görev bildim. Zaten Gül Hocasız bir doktora eğitimi düşünemedim, düşünülemezdi. Ancak bu kez derslerinde yükümüz ağırdı. Verdiği ödevler yoğun, beklentileri yüksekti. Şu cümlesi hâlâ kulaklarımdadır: "Bir akademisyenin mesleki yaşamında iki zorlu dönemeç vardır: Biri doktora, öbürü doçentlik". Anlayacağınız dostlar, yiyorsa yeltenin bu işe...
Akademik geçmişi üzerine yazılacak birçok ayrıntı vardır elbet; ancak ben onun öğrencilerine "evlat" diye seslenen anaç yaklaşımını, öğrencilerine ikramlarını ve iyiliklerini, tatlı-sert otoritesini, hoş sohbetini, fularlarını, yüzüklerini ve en çok da kül yutmayan dikkatine eşlik eden ters köşe sorularını anmak isterim. Bir çalışmayı beğenmediğinde "Shall we buy this?" cümlesini Türkçeye ancak "Biz de bunu yedik!" olarak çevirebilirdiniz. Ardından şen bir kahkaha patlatırdı... Tabii siz öğrenci olarak başarısızlığınızla orada kıvranırdınız, o ayrı.
Adını işittiğimde hissettiğim heybete zıt bir tevazu sahibiydi. Örneğin ben hiçbir dersinde onun rüştünü ispatlama, başarılarını göze sokma çabasına giriştiğini görmedim. Kimi eğitimcilerin düştüğü bir tuzak olan öğrencilere şirin görünmek için onların suyuna gitme talihsizliğini de Gül Hoca'da bulamazdınız. Eğitmeyi sevilmeye tercih eden bir hocaydı. Ben de bir eğitimci olarak İngilizce öğretmeni adayı öğrencilerime bunu işlemişimdir: Öğrencileriniz size ve ilkelerinize yeri gelecek, gıcık olacak. Bırakın olsunlar. Bunu göze alanlar gerçek öğretmenlerdir.
Öğretmenler deyince... Yaşamınıza konuk olan öğretmenleri şöyle bir düşündüğünüzde bazılarını anımsayamazsınız bile! Olur da bir sınıf arkadaşınız isimlerini zikrederse; önce gözlerinizle yeri, zihninizle anıları tarayıp beyninizin en tozlu köşesine daldıktan sonra "Haaa, o muydu?" deyip adını bile o köşeden güç bela çıkaracağınız birçok öğretmeniniz olmuştur. Öğrencilerinde hiçbir iz, yanlarında taşıyacağı hiçbir söz bırakmadan.
Bazı öğretmenlerin de şahsiyeti, sınıfa kendisinden önce girer, sınıftan çıktıktan sonra öğrencilerde kalan izlerle varlığını sürdürür. Gül Hoca da benim için böyle bir eğitimciydi. Hatta fakültedeki anma töreninden sonra ayaküstü sohbet eden herkes Hocanın ani vefatının yarattığı şaşkınlığı konuşurken bir hocamız dedi ki: "Gül Hoca nasıl ölür ya?!"
Gül Hoca nasıl olur da ölür?... Bu sorunun en güzel ve belki de ona en çok yakışan yanıtını ben Shakespeare'in "Beğendiğiniz Gibi" oyunundaki o ünlü repliklerde buldum:
Bütün dünya bir sahnedir
Ve bütün erkekler ve kadınlar yalnızca birer oyuncu
Girerler ve çıkarlar
Gül Hoca, bu sahnede rolünü şanına yaraşır şekilde oynadı ve sahneden çekildi. Biz de, onun bize kattıklarıyla bu sahnenin tozunu yutanlar, yani öğretmenliğe ve hayata sımsıkı sarılanlar rolümüzü oynamaya devam edeceğiz.
Şair Yahya Kemal'in deyişiyle "ölüm âsûde bahar ülkesi" ise, Gül Hocamızın o ülkenin en çiçekli beldesinde dinlenmesini diliyor ve anısı önünde saygıyla eğiliyorum.